Gabriel García Márquez’in kahkahasına kulak vermek gerek; çünkü “Gülüp de geçelim” demez bize, “Gülelim, ama geçmeyelim”
Kısa zaman içinde imgelem âleminin sihirbazlarından Gabriel García Márquez, ilkeli ve kararlı gazeteci Alpay Kabacalı ve popülizmi çok iyi bilen Arjantinli Marksist yazar Ernesto Laclau’yu kaybettik. İçlerinde en çok tanınan, büyülü gerçekçiliğin üstadı Gabriel García Márquez’in kahkahasına kulak vermek gerek; çünkü “Gülüp de geçelim” demez bize, “Gülelim, ama geçmeyelim” der.
Ölüm haberleri bazen üst üste geliyor. Yine öyle oldu. Birbiriyle ilişkili görünmeseler de, hayatımda yeri olan üç kişi birkaç gün arayla hayatlarını kaybetti. Biri Türkiye’den, benim de tanıdığım Alpay Kabacalı’ydı. Onunla Ant dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaparken (dolayısıyla hapiste geçirilecek yıl biriktirirken) tanışmıştık. 1972-1974 arası Sağmalcılar Cezaevi’nde birlikte (ama ayrı koğuşlarda) kaldık. Çalışkan ve yürekli bir insandı. Kendisini davasına ve işine adamış biri. Çok konuşmaz, hele kendinden hiç söz etmez. Soğuk değil ama çok çekingen. İlkeli. Kararlı.
Uğurladığımız diğer iki kişi ise iki Güney Amerikalı’ydı: Gabriel García Márquez ile Ernesto Laclau.
Ernesto Laclau, Arjantinli’ydi, ama yıllardır İngiltere’de yaşıyordu. Önce New Left Review’da yayımlanan, emperyalizm üstüne bir yazısını okuyarak tanımıştım. Sonra ben 1970’lerde Birikim dergisini yayımlamaya girişince, ilk sayılardan birisinde -belki de birincisinde- bu yazıyı çevirtip yer vermiştim. 1979-1980’de İngiltere’ye gittiğimde, Laclau’nun artık orada yaşadığını söylemişlerdi. Galiba Essex Üniversitesi’nde ders veriyordu.
Politics and Ideology in Marxist Theory (Marksist Teori’de Siyaset ve İdeoloji), yine New Left’te 1977’de yayımlandı. O yıllarda Andre Gunder Frank, bir ‘emperyalizm teorisyeni’ olarak ortaya atılmış, çok ünlü olmuş, hiçbir şekilde politik olmadan çok sayıda Marksist militanı etkilemişti. Laclau’nun ilk yazıları genellikle Frank’ın tezlerine karşı eleştirilerdi.
İdeolojiye bakışımız zenginleşti
Bu sıralarda bir de ‘kapitalist devlet’ teorik sorunu baş gösterdi. İngiltere’de Ralph Miliband’ın (şimdi Labour’un başındaki Miliband’ın babası) bu konuda bir yazısı yayımlanmış, Fransa’dan Nicos Poulantzas da cevap vermişti. Polemiğe Laclau da katıldı. En doğru katkıyı yapan bence o olmuştu. Biz bu yazıları Birikim Yayınları’nda bir araya getirdik. (Kapitalist Devlet Sorunu)
Laclau da bunlara faşizm ve popülizm üstüne iki parlak makale ekleyerek yukarıda andığım kitabını tamamladı. Güney Amerikalı, Arjantinli bir Marksist olarak, ‘popülizm’i çok iyi tanıyordu. Bütün bu yazılarında ‘ideoloji’nin önemini vurguladı. Marx’ın değilse de, çok sayıda Marksist’in pek hoşlandığı ‘sınıf indirgemeciliği’ ve ‘ekonomik determinizm’le ciddi bir mücadeleye girdi.
Bu kitabın önsözünde Chantal Mouff’a teşekkür ediyor, “Aslında ikimiz yazmış sayılırız” diyordu. Bir süre sonra ikisi yazmaya başladılar: Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics (Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokrat Bir Politikaya Doğru) yine New Left’te, 1985’te yer aldı. Yalnızca yazmadılar, birlikte yaşamaya da başladılar.
Yılını unuttum şimdi, ama İstanbul’a gelmeleri bundan epey sonraydı. O zaman tanıştık, yemek yedik vb. Chantal’la daha sonra Princeton’da da karşılaştık.
Daha sonraki yıllarda Laclau, New Reflections on the Revolution of Our Time (Çağımızın Devrimi Üstüne Yeni Düşünceler-1990), On Populist Reason (Popülist Akıl Üstüne- 2005) gibi kitaplar çıkarmış, bunları ben okuyamadım. Bazıları -bu arada bazen kendisi de- aldığı tavrı “Post-Marksist” diye adlandırdı. Bu ‘post’lardan epey sıkılmış biri olarak onu öyle görmediğimi söyleyeyim. Marksizm’i hiçbir zaman reddetmedi ya da kötülemedi. 1883’te ölmüş bir adamın teorisinde yığınla eksik ya da sonra, daha geniş ve yeni bilgi birikimleriyle gelen araştırmacıların dikkat çektiği birçok yanılgı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Laclau da Marx’ın birçok geçerli tezini reddetmeden bunu yapanlardan biriydi. Althusser’le Gramsci arasında bir yerde durdu. Çok değerli katkılarda bulundu. Siyaset ve ideolojiye bakışımızı zenginleştirdi.
İnsanlık tarihini yazdı
Gabriel García Márquez bir başka âlem tabii; edebiyat dünyasının devlerinden biri. İmgelem âleminin sihirbazlarından. Böyleleri her zaman herkesten daha renkli olur. Márquez, çağdaş edebiyatta ‘büyülü gerçeklik’ (magic realism) adı verilen tarzın üstatlarından biri. Bu tarzın biçimlenmesi, 1940’lara kadar geri gidiyor; yani García Márquez’in gençlik yıllarına. Ama bu, modern dünyada ‘biçimlenme’sinin tarihi; yoksa bence çok daha gerilere götürülebilir. Örneğin ‘Gulliver’in Gezileri’ niye ‘büyülü gerçekçilik’ olmasın?
Yazmak için bu ‘fantastik’ tarzı seçmenin basit bir nedeni olabilir: Siyasi baskı. Yazar, özgürlük tanınmayan bir toplumda, hele biraz sağını solunu eleştirerek bir şeyler yazmayı tasarlıyorsa, ‘korunma’ tedbiri olarak böyle bir yöntemde karar kılabilir. Böyle yapanlar olmuştur da.
Başka nedenler de düşünülebilir, bulunabilir. Ancak, bence en önemli etken, Swift’in, Gulliver’inde de söz konusu olan, ‘simgeler’ kullanımı yoluyla, dünya, insan, hayat hakkında bazı genel şeyler söyleme imkânıdır. García Márquez’in en çok bilinen, okunan romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ bize Macondo adında bir köyü anlatır (gerçekte olmayan bir köy). Ama bu köyün tarihi, aynı zamanda ve aslında, yazarın ülkesi, Kolombiya’nın ‘alegorik’ tarihidir. Ama yalnız Kolombiya mı? Gene aynı ‘alegorik’ çerçeve içinde, aynı zamanda bir insanlık tarihidir.
Sayısı artmaya başlayan ‘melez’ler
İşin içinde bazı İtalyanların da sözü geçmekle birlikte, ‘büyülü gerçekçilik’ uzun süre bir Latin Amerika edebi yönteminin adı olarak kaldı. Latin Amerika’da olgunlaştıktan sonra, başka bölgelere de sıçradığı görülüyor. Örneğin ABD’nin siyah yazarı Toni Morrison bu tarzı kullanıyor. Örneğin Salman Rushdie, Bombay’da doğmuş, ama bir Hintli mi? Hayatının büyük kısmı -çoğu İngiltere olmak üzere- Hindistan dışında geçmişse? Evet ve hayır. Salman Rushdie, bugünlerde sayısı artmaya başlayan ‘melez’lerden biri.
Rushdie de, Márquez gibi, kendi dünyasının hikâyesini geri kalan dünyaya anlatmaya çalışıyor. Bunu yapmak için Márquez ya da Rushdie, “Bakın çocuklar, hikâye şu tarihte, şu olayla başlar…” diyerek Latin Amerika’nın ya da Hindistan’ın hikâyesini anlatamazlardı. Bu hikâyenin bilindiğini de varsayamazlardı. O halde?
“Roman” dediğimiz edebiyat türü, 18’inci yüzyılda biçimlendi. Aydınlanma Çağı’nda. Ampirist yaklaşımın, felsefenin doruğuna eriştiği, Isaac Newton’ın evrenin doğal yasaları hakkında ‘son’ sözleri söylediği dönemde. Dolayısıyla ‘roman’ın dünyayı bize ‘anlatma’ biçimi, tarzı da, ‘ampirist’ anlayışın çerçevesi içinde kalıyordu. 20’nci yüzyıla girerken, Newton’ın sınırlı evreninden bambaşka bir evren anlayışına geçerken edebiyatta da ampirist anlatım tarzını eskittik. Joyce, Proust, Woolf, Kafka, Faulkner gibi büyük modernistler, romana yepyeni imkânlar kazandırdılar. Büyülü gerçekçilik, bu saydığım yazarlar arasında belki en fazla Kafka’ya yakın düşer. Ama Kafka’nın ‘alegori’si, son analizde bireysel psikolojiye getirip dayandıracağımız bir ‘alegori’dir.
Bilge gülüş
Büyülü gerçekçilikte toplumsal tarihe açılan bir potansiyel var. Simge aynı dahi olabilir. Örneğin, Kafka’nın kurduğu bir genel atmosfer içinde adamın biri sabah uyandığında bir böcek olduğunu görüyorsa, bunu ‘suçluluk kompleksi’ne, ‘yetersizlik duygusu’na, buna benzer psişik mekanizmalara uzatabiliriz. Márquez’in böcek olarak uyanan kahramanı yok, ama olsaydı muhtemelen falan toplumdaki filan diktatörün getirdiği yasaklar, aşağılamalar yüzünden o kılığa girmiş olurdu.
Márquez’in kurduğu dünyada hiç eksik olmayan bir kahkaha vardır. Kafka da mizahsız değildir; ama bu, acı bir gülümseyişle kendini dışa vuran bir mizahtır. Oysa Márquez’de gülüş seslidir; okurken, kulağımıza çalınır. Kitap -hangisiyse- boyunca çalınır, ama asıl, kitabın bitişinde kocaman bir kahkaha olur. Asıl o zaman, bu gülenin Márquez olduğunu anlarız. ‘Bilge’ bir gülüştür. Olanları küçümsediğini göstermez. Tragedyaları görmezden geldiği anlamına da gelmez. “Gülüp de geçelim” demez bize, Márquez’in kahkahası. “Gülelim, ama geçmeyelim” der.