Türk Ordusu’nda Devrimci Hareket: Talat Aydemir ve Fethi Gürcan

27 Mayıs: Yarım Bıraktırılmış Bir Anti-Emperyalist Müdahale Türk Ordusu vatan kurtaran, cumhuriyeti kuran ve devrimleri yapan bir geleneğin en önemli dayanak noktalarından birisi olduğu için halktandır ve hiçbir zaman...

27 Mayıs: Yarım Bıraktırılmış Bir Anti-Emperyalist Müdahale

Türk Ordusu vatan kurtaran, cumhuriyeti kuran ve devrimleri yapan bir geleneğin en önemli dayanak noktalarından birisi olduğu için halktandır ve hiçbir zaman onun sorunlarından bağımsız olmamıştır.

Bir halk ordusu olarak da her türlü emperyalizme ve ülkenin bağımsızlığını sekteye uğratacak her türlü yönelime karşıdır. Bu özelliği hem ordu millet geleneğinin hem de cumhuriyeti kuran bağımsızlık felsefesinin teminatı olmasının sonucudur. Ne Amerikan tipi paralı ordulara benzer ne de ezilen coğrafyadaki sömürge ordularına. O nedenle her zaman dinamiktir ve bu dinamizm dönem dönem ordu içinde belli çalkantılara sebep olmuştur.

Çalkantıların temel sebebi de ordu içindeki anti-Amerikancılık ve Amerikancılık arasındaki mücadeledir. Ya da başka bir deyişle devrimcilik ve karşıdevrimcilik mücadelesi.

27 Mayıs temel kutuplaşmaların başladığı milattır. Devrimciliği toplumsal bir mücadele olarak gören subaylarla, devrimci dalgaya karşı Amerikan emperyalizminin savunuculuğuna soyunanlar arasındaki temel kutuplaşma.

27 Mayıs bir takım çevrelerin iddia ettiği gibi Ordu’nun militarist eğilimlerinden kaynaklanmıyordu. Tersine Ordu’nun mevcut komuta kademesini aşan bağımsızlıkçı genç subayların toplumcu ve halkçı yönelimlerinin bir sonucuydu.

27 Mayıs sermayeye, toprak ağalarına karşı, Demokrat Parti’de simgeleşen tutucu güçler birlikteliğine karşı gerçek halk demokrasisini savunuyordu ve demokratik hakların, sendikal örgütlenmelerin, grev ve toplu sözleşme haklarının, üniversite özerkliğinin sağlanması yolunda önemli adımlar atmıştı.

DP iktidarının Amerikancı ve faşizan yönetimine karşı Atatürkçülerin karşı duruşuydu ancak yeterli miydi sorusunun cevabı ne yazık ki olumsuz oldu.

İyi niyetli bir müdahalenin sonucunda ülke Demokrat Parti belasından kurtulmuştu kurtulmasına ancak askeri bir müdahalenin ya da hukuki tedbirlerin, özelde bir anayasa değişikliğinin, kısa vadeli tasfiyelerin ne kadar da yetersiz olduğunun bir göstergesi olmuştu.

Atatürkçülük Değil İnönücülük Dönemi Başlıyor

Türkiye Menderes faşizmi ile aldığı yaraları sarmaya başlamıştı belki ama olay Demokrat Parti’nin yarattığı baskı ortamından kurtulmak yerine, DP’den kurtulmak anlayışına dönüştüğü için, kalan boşluğu başta İnönü olmak üzere CHP’liler kendi çıkarları adına doldurmaya çalışıyordu. İleri gelen CHP’liler her kademedeki ihtilalci subaylarla ilişki içine girerek partileri için çeşitli kolaylıklar sağlamanın peşine düşmüşlerdi. Kilit noktalara kendi adamlarını getirmeye çalışmaktan bu işi küçük parti hesaplarına, kişisel ve yerel siyasi kavgalara dönüştürmeye kadar amacından tamamen sapmış bir tutum içine girmişlerdi.

Devrimci atılımlar yapmak yerine statükonun korunması için çalışılmış, anayasanın hedeflediği reformlar, toprak reformu, işçi ve memurların sosyal haklarını artırmak gibi reformlar gerçekleşmenin uzağında kalmıştı.

Devlet Planlama Teşkilatı gibi yeni bir kurum vardı artık ancak bu da amacından sapmıştı. Devlet eliyle özel sermaye yaratılmaya çalışılıyor, planlı ekonomi hedefi unutuluyordu. Milli gelirin eşit dağılımı, sosyal adalet gibi hedefler söylemden öteye geçememişti. Yeni sermayedarlar türüyor, yeni bir zengin azınlık sınıfı yaratılıyordu.

Bu nedenlerle 27 Mayıs’ın yaratmaya çalıştığı, Amerikancılığa karşı bağımsızlık, faşizme karşı gerçek halk demokrasisi fikri ne yazık ki hayata geçememişti. 27 Mayıs’ı yapan genç subaylardı ancak genç subaylar zaten halkın isteklerini yansıtıyordu. Halktaki bu yeni hoşnutsuzluk ise genç subayları yine tedirgin edecekti. Onların başta İnönü’yü desteklemelerinin sebebi bile Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı olan İnönü’ye saygılarıydı. Oysa arzu edilen devrimci Atatürkçülük yerine idare-i maslahatçı bir İnönücülük getirmişti 27 Mayıs yalnızca.

Başta Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün en önemli yöneticilerinden birisi olan Talat Aydemir olmak üzere genç subaylar ağır biçimde eleştirirler İnönü’yü:

“…Memleketi yönetme sanatı çoktan geçmişti. Çevirdiği entrikalar faydadan çok zararlı oluyordu. Bölücü bir zihniyeti vardı. Bu taktiğini 27 Mayıs’tan sonra en gözde örgüt olan Silahlı Kuvvetler Birliği içinde de tatbik etti. Örneğin demokratik Anayasa savunucusuydu fakat kendisi için anayasa mevcut değildi. Diğer bir deyimle partilere, örgütlere, kurumlara ve halka anayasanın gereklerini gösteriyordu fakat kendisi anayasanın üstünde ve dışında kalan bir imtiyazlıydı. Hırslı bir politikacıydı ve yaşı hırsını yenememişti. Atatürk’e karşı çıkışları da hırsını yenememiş olmasındandır. Atatürk bile onu affetmemiştir.”

İşte böyle bir ortamda doğmuştur Ordu içindeki yeni ihtilal dalgası. Herhangi bir partiyi ya da lideri değil yalnızca Atatürkçülüğü, bağımsızlığı ve toplumsal adaleti savunmaktadır genç subaylar.

Devrimci Subaylar İsyan Ediyor

22 Şubat ve 21 Mayıs hareketleri böyle bir hoşnutsuzluğun ardından gelir.

Ordu içindeki çatışmalar, özellikle Milli Birlik Komitesi (MBK) içindeki ayrılıkların derinleşmesiyle şiddetlenir. 14’ler olarak bilinen MBK üyesi subaylar yurtdışına sürgüne gönderilmiştir. Bundan sonra MBK üyeleri iktidarı bir an önce sivillere devretmek ister ancak Ordu içindeki devrimci subaylar buna karşı çıkar çünkü erken olduğunu düşünmektedirler. İhtilalin amacı seçimlere gitmek değil toplumsal yapıyı tamamen değiştirerek Atatürkçü bir iktidar kurmaktır ve bunu gerçekleştirecek bir siyasi mekanizma yoktur ve olmadığı da CHP-AP koalisyonu ile kısa süre içinde görülecektir zaten.

“Sesleniş” adlı bir bildiriyle, emir komuta zincirinin dışında devrimci bir örgütlenme, ardından da üst düzey komutanların öncülüğünde Silahlı Kuvvetler Birliği adında bir örgüt kurulur. Bu örgütün hedefi MBK’yı doğru yola sevk etmek ve onu Silahlı Kuvvetler’in prestijini sarsıcı hareketlerden men etmektir. Politika ve politikacıların Silahlı Kuvvetler’e sızmasına da engel olmak ve ortaya çıkan farklı grupları birleştirmektir.

Ancak bu örgütün kurulması Ordu içindeki bölünmeye engel olamayacaktır.

Talat Aydemir’in liderliğindeki 22 Şubatçılar, Halim Menteş’in başını çektiği 11 Havacılar, Orhan Kabibay’ın liderliğindeki Kabibaycılar ve Faruk Gürler’in başında bulunduğu Gürlerciler.

Böyle bir ortamda Ekim 1961 seçimleri gerçekleşir ve CHP-AP koalisyonu hükümeti kurar. Yani Türkiye’yi zaten bu noktaya getiren iki siyasi parti tekrar görev başına gelmiştir ki bu genç subayların kabul edemeyeceği ve kazan kaldırmalarına neden olan bir durumdur.

Silahlı Kuvvetler Örgütü bu gelişmeler üzerine 21 Ekim 1961 tarihli bir protokol hazırlayarak seçimlerin feshedilmesi ve iktidara el konulması için harekete geçer.

İmzalanan bu protokole göre TSK, 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel fiilen duruma müdahale edecektir, bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek ve seçim sonuçları ile birlikte MBK feshedilecektir, iktidar milletin hakiki ve ehliyetli temsilcilerine bırakılacaktır.

Ancak Faruk Gürler ve Faruk Güventürk başta olmak üzere üst düzey komutanlar protokolün hayata geçirilme safhasında müdahaleden vazgeçerler ve plan başarısızlığa uğrar.

Ardından 9 Şubat 1962’de yeni bir protokol daha hazırlanır ve yeni bir hezimetle sonuçlanmaması için “eğer Genel Kurmay başkanı Cevdet Sunay bu protokolü imzalamaz ve karşı çıkarsa darbe mutlaka yapılacak” kararı alınır. Ancak Kara Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Jandarma Genel Kumandanının imzaladığı bu protokolü, Genel Kurmay Başkanı imzalamaz ve müdahalenin gereksiz olduğunu üstelik İnönü’ye söz verdiğini söyler.

Toplantı Talat Aydemir’in elektrikli konuşmasıyla son bulmuştur: “Ben bu davaya baş koydum, kararımdan dönmem.”

Talat Aydemir: İhtilalin Başındaki Subay

Talat Aydemir

Peki kimdi Talat Aydemir? 

27 Mayıs’ta Kore Savaş Birliği’nde görevli olduğu için ihtilale katılamayan ancak ihtilal hazırlıklarının içinde olan ve en tecrübeli ihtilalcilerden biri olan yetenekli ve sevilen bir kurmay albaydı. Yurda döndüğünde Kara Harp Okulu Kumandanlığına atanmıştı. Silahlı Kuvvetler Birliği’nin de üst üyeleri arasında yer alıyordu. 21 Mayıs’tan sonra onunla birlikte idamla yargılanan Osman Deniz şöyle anlatmaktadır Talat Aydemir’i:

“Ankara’da halk arasında dolaşıp sorduğunuzda Talat Aydemir’i tanımayan yoktu. ‘İhtilalin güçlü albayı’, her yerde dediğini yaptıran albay, Harp okulu öğrencilerinin taptığı albay ve kumandan, 27 Mayıs ihtilalinin hedefine ulaşamadığı, demokrasiye dönüşün erken olduğuna inanan insan ve CHP’nin iktidara bir an önce gelmesi için MBK ile anlaşmalı olarak demokrasiye geçişin hesapları yapıldığı tezine karşı sert çıkışlar yapan kişi.”

İnönü ise böylesine bir karakterden hiç mi hiç hoşlanmamaktadır. “Maskara” demiştir O’nun için…

Talat Aydemir ise İnönü’nün Kemalizme ihanet çizgisinde olduğunu düşünmektedir. “Atatürk’ün silah arkadaşı”, “Lozan fatihi” İnönü artık genç subaylar için kutsallığını yitirmiştir. Çünkü devrimci mirasa değil kendi partisine sahip çıkmaya çalışan bir idare-i maslahatçıdır o artık.  

22 Şubat Hareketi

Böylesine gergin bir ortamda artık üst düzey generallerin ve statükonun devamından nemalanacak siyasilerin de tetiklemesi ve yapılan bir takım tayin ve atamaların, görevden almaların da etkisiyle ortalık iyice karışmıştır ve 22 Şubat böyle bir havanın ardından gelir.

İstanbul merkezli olarak başlayan 22 Şubat Hareketi, bir çok ildeki ordu teşkilatlarına kadar yayılmış ve devrimci subayların, Harp Okulu öğrencilerinin sonsuz coşkusuyla karşılanmıştır.

22 Şubat günü Ankara’da bulunan Tank Okulu, Süvari grubu, 229. Piyade Alayı, Muharebe Okulu, Zırhlı Birlikler Eğitim Merkezi ve Jandarma Okulu harekete geçerek Ankara’nın kontrolünü ele geçirirler. Birlikler TBMM ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın önündeki alanı da kontrol altına almışlardır.

Siyasi arenada da büyük bir hareketlik vardır. Milletvekilleri ve senatörlerin çoğu büyük bir panik havasındadır ve ailelerini de alıp Ankara’dan kaçmanın telaşına düşmüşlerdir.

Tüm bu karışıklık yaşanırken Çankaya Köşkü’nde de Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay ve MGK üyesi kuvvet komutanları da toplantı halinde, olası bir müdahaleyi engellemenin yollarını aramaktadırlar. Toplantı sırasında harekete geçen birlikler Çankaya Köşkü’nü denetim altına alırlar.

Köşkün denetimini ele geçiren birliklerin başında Muhafız Alayı’nın süvari grubundan Binbaşı Fethi Gürcan vardır ve durumu anında telefonla Talat Aydemir’e bildirir. İkisi arasında Türkiye’nin belki de kaderini değiştiren şu konuşma geçer:

“Albayım, Muhafız Alayının emir ve kumandasını ele geçirdik. Çankaya Köşkü’nü de kuşatmış durumdayız. Onları toplayıp enterne edeyim mi?”

“Benim onlarla işim yok, onları salıverin!”

Tedirginlik içinde bekleyen köşktekiler hiçbir engelle karşılaşmadan terk edeceklerdir orayı ve İnönü’nün de dediği gibi “Talat Aydemir asıl şimdi kaybetmiştir.”

Talat Aydemir, hareketi sürdürmenin gerçekçi olmadığını ve Ordu içinde bir çatışmaya ve kan dökülmesine sebep olmamak için müdahaleden vazgeçme kararı aldığını söylemiştir.

Ertesi gün Talat Aydemir ve Dündar Seyhan başta olmak üzere bir çok 22 Şubatçı hemen emekliye sevk edilirken hareketin dayanağı konumundaki genç subaylar da 24 saat içinde Anadolu’nun çeşitli illerine sürgüne gönderilir, sonradan da Ordu’dan ihraç edilir. Teğmenlerden üst düzey komutanlara kadar birçok subay emekli edilerek uzaklaştırılır.

Harbiyeli Aldanma

Başbakan İsmet İnönü olayların ardından, tabi biraz da rahatlamış olarak, sert bir basın açıklaması yapar:

 “22 Şubat akşamı Ankara’da genç ve orta rütbeli bir subay kadrosu masum mektep talebesini ve bazı birlikleri aldatarak harekete geçti. Ve memleket idaresini ele alarak kendi fikirlerine göre bir rejim tahsis kurmaya teşebbüs etti…”

İnönü Harbiyelilerin aldatıldığını söylemekte ve ayaklanan subaylardan da “bir grup sergüzeştçi” diye bahsetmektedir.

Ertesi gün İstanbul’a izinli gelen Harp Okulu öğrencileri Taksim’deki Cumhuriyet Anıtına üzerinde “Atatürk ve Türk Ulusu… Harbiyeli aldanmaz” yazılı bir çelenk bırakırlar. Daha sonra bu bile dava konusu olur ama “Harbiyeli Aldanmaz” sözü gerçekten de genç Harbiyelilerin, genç subayların sloganı haline gelmiştir. 21 Mayıs’ın da parolası olacaktır.

Çünkü onlar hâlâ aldatıldıklarını düşünmemektedirler. Aldatılan ve aldatmaya çalışan İnönü iktidarı ve kendi mevkileri için vatanı ve davayı satan üst düzey komutanlardır.

Talat Aydemir’in daha sonra 22 Şubatçılar adına yaptığı basın açıklaması çok daha sert olur:

“Bir hususu açıkça beyan etmek isteriz ki İnönü’nün ismi zekasından daha büyüktür. Bu zaviyeden tetkik edilince Atatürk’ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan mahrum statik devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir… 22 Şubat vahim bir tecrübeye teşebbüs değil memleketin sayısız dertlerini bir tarafa iterek İnönü’nün yarattığı siyasi keşmekeşe karşı bir reaksiyondur. Demokrasinin bir türlü rayına oturtulmak istenmeyişinden ıstırap duyanların bir ikazıdır… Orduların partiler üstü bir görüşe sahip olduğu hakkındaki inancımızı 22 Şubat’ta ortaya koyduk… ” 

Bunları açık yüreklilikle dile getiren Talat Aydemir’in ihtilal başarılı olursa da tek bir hedefi vardı. Sadece Harp Okulu Kumandanı olmak…

“Eğer başarılı olursam Harp Okulu Kumandanı olacağım. Şerefimin haleldar olduğu yere dönmek en büyük arzumdur. Yönetimde görev almak istemiyorum. Asker doğdum asker olarak kalmak isterim… Devrimin bekçiliğini yapmak için büyük bir devrim gücüne ihtiyaç vardır. Bu gücün başında Harp Okulu gelir, diğer güçler onu tamamlar.”

O sadece devrimi koruyacak Harbiyelileri yetiştirmek istiyordu. Yani müdahale ederken amacı herhangi bir mevkiye gelmek falan değil tam tersine bu tarz görevlerden de uzak kalarak vatansever subaylar yetiştirmekti.

Böylesine devrimci bir subayın ne aldatmak ne de aldanmak gibi bir durum içinde olmadığı ortadadır aslında.

22 Şubatçı genç subaylardan olan Osman Deniz ve Cevat Kırca, aldatanların kimler olduğunu aslında çok iyi özetlerler daha sonra:

“Düzen değişikliğine gitmek kaçınılmazdı ve şekilci demokrasilerde düzen değişikliğine seçim sandıklarından geçilerek varılamazdı. Seçim sandıklarında varolan zihniyet demagojiye bağlı kaldıkça, oportünizme hizmet ettikçe ve aldatılan halk kitlelerinin bilinçlenmesi fanatik engellerle önlendikçe sandıktan çıkanlar daima tutucu zihniyetin sahipleri olmakta devam edecek, böylece düzen değişikliği arzusundaki devrimciler iktidara gelemeyeceklerdir.

Şekli demokrasilerde var gibi görünen milli irade gerçeği aslında yanıltıcıdır. Şöyle ki oy sahibi olan kitlelerin neyi istediği ve kime hizmet ettikleri şuuru aldatıcı metodlarla bozulmakta ve seçim havası içinde iktidar etme hırsına kapılanların yanıltıcı telkinleriyle yaratılan hayalı bir irade hakim kılınmaktadır. Gerçekte iddia edilen milli irade değil hayali bir iradedir. Böyle olunca da halkın yararını dile getiren devrimler yoluyla varmak isteyen kadrolar ülkenin kaderine sandıktan geçerek el koyamamaktadırlar. Bu yol kapanınca da devrimcilerin yönetime geçmesi sandık dışından olabilecektir. Bu yolun adı ihtilaldir.”

İşte böyle özetliyorlardı bu müdahalenin gerekliliğini genç subaylar…

Fethi Gürcan: “İhtilalin Süvarisi”

Fethi Gürcan

22 Şubat olayında parlayan isimlerden birisi de Süvari Binbaşı Fethi Gürcandır.

27 Mayıs’a giden günlerde kendisini İsmet İnönü’yü korumakla görevli sayarken iki yıl sonra onunla karşı karşıya gelmişlerdi. “Bir efsaneydi İsmet Paşa… Okullardaki ders kitaplarında çocukların Atatürk’ten sonra öğrendiği ikinci isim… Kitaplar, gazeteler meydan nutukları onun kahramanlık öyküleriyle doluydu…. Ama şimdi 80 yaşında İnönü statükocuydu ve 1938’den devrimci yapının kaybolmasının da sorumlusuydu…”

Fethi Gürcan gerçekten bunları düşünen genç bir süvariydi. “CHP bir tek kadın milletvekilini bile meclise sokamamakla ne kadar Atatürkçü ve devrimci olduğunu gösterdi” diyordu. “Hiçbir partinin tek bir köylüyü, tek bir işçiyi Meclis’e getirmemesi 27 Mayıs’ın devrimci ruhuna, Atatürkçülüğe yakışıyor mu?”

Oysa hepsi Menderes döneminin Amerikancılığına karşı çıkarak bu noktaya gelmişlerdi. Özellikle Marshall Planı doğrultusunda Türkiye’ye gelen Amerikalı eğitmen subaylardı biraz da harekete geçiren onları. Ordu’nun bütün teçhizatı Amerikan malıydı. Bölük komutanları Amerikan mallarının listesini ayrı tutuyorlardı. Çünkü Amerikalılar hepsinin hesabını soruyorlardı. Daha sonra idamla yargılanacak olan genç subay Erol Dinçer şöyle aktarıyor durumu:

“Bir saraç iğnesi kaybolsa ortalık karışıyordu. Kaybolan herhangi bir malzeme Amerikan malı olduğundan yerine yenisini de koyamıyorlardı. Amerikalı bir çavuş geliyor, albay rütbesindeki bir subaya kimi zaman kapısını tekmeyle açıp hesap sorabiliyordu.”

İşte bu Amerikancılığa karşı koyarken başka bir Amerikancılıktı geri gelen ve Fethi Gürcan da bunu kabullenemeyen vatansever subaylardandı.

Fethi Gürcan, bir asker çocuğudur. Babası Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey Mustafa Kemal’le birlikte Kurtuluş Savaşı’na katılan alaylı askerlerden biridir. Doğubeyazıt’ta İran sınır karakolunda görevlendirilmiştir. Fethi Gürcan böyle bir babanın oğlu olarak bu karakolda Kürt isyanlarının da ortasına düşmüştür daha çocukluğunda. Vatan sevgisini, bağımsızlık mücadelesini ve milliyetçiliği de daha bu yıllarda öğrenmiştir.

22 Şubat gecesi köşktekileri enterne etme emrini alabilse belki de Türkiye’nin kaderini değiştirecek olan subaydır.

22 Şubat sonrasında genç subaylar ve Harbiyeliler arasında da adı hızla yayılmış ve onu tanımayan hayran olmayan kalmamıştır. Her ne kadar 22 Şubat’tan sonra emekli edilmiş olsa da hâlâ Ordu’nun ve o subayların bir parçasıdır. Bu nedenle 21 Mayıs’a giden süreçte yaptığı hiçbir eylemde zorlanmayacaktır.

21 Mayıs Hareketi

Devam eden çalkantılı süreç, emekli edilmeler, görevden uzaklaştırmalar, tayinler ve 22 Şubat’ın yarı kaldığı düşüncesi ve affın da yarattığı serbestlik ortamı süreci 21 Mayıs’a götürmüştür. O gece ikinci bir müdahale denemesi daha gerçekleşir. Yapılan planda Meclisin feshedilmesi, Bakanlıkların işgali, Genel Kurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının kontrol altına alınması düşünülüyordu. İstanbul ve Ankara’da başlayan yönetime el koyma girişiminde ilk adım radyo istasyonlarının ele geçirilmesi ve ihtilal bildirisinin okunmasıydı.

Planın ilk aşaması başarıyla uygulanmış, Ankara’daki radyo istasyonu ele geçirilerek Silahlı Kuvvetler’in içinde bulunulan kötü duruma son vermek için yönetime el koyduğu anonsuyla ihtilal duyurulmuş oluyordu. Ancak ihtilal duyurusu, radyo binasına giden tank birliği henüz emniyeti sağlamadan yapıldığı için karşıt güçler hemen harekete geçmişti. 21 Mayıs Hareketi de ne yazık ki basit hatalar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Görev alan ihtilalcilerin basiretsizliği ve korkuya kapılmaları, Kara Harp Okulu’nun alarma geçirilmesindeki gecikme, birliklerin gereksiz yerlere sevk edilip başıboş bırakılması, radyo anonsunda Talat Aydemir’in adının kullanılmasıyla hareketin kimden geldiğinin ilk anda deşifre edilmesi, her teşebbüsün Fethi Gürcan’

ın emrine bırakılması, harekete geçen tank birliklerinin emniyetlerinin sağlanmayışı, havacı subayların son anda vazgeçmeleri gibi nedenler başarısızlığa yol açmıştır.

Sonucu ise 22 Şubat’tan daha ağır olacaktır. Albay Talat Aydemir, Binbaşı Fethi Gürcan, Yarbay Osman Deniz ve Üsteğmen Erol Dinçer tutuklanarak idamla yargılanacaklardır.

Talat Aydemir ve Fethi Gürcan İdama Gidiyor

Yargılanma süreci sancılı geçecektir. İnönü militanca idam edilmelerini istemektedir. Bunu öylesine büyük bir ihtirasla istemektedir ki CHP’lilerin Meclis’te evet oyu vereceklerine emin olduktan sonra AP’lileri de ikna etmek için hiçbir oyuna girmekten çekinmemiştir. Öyle ki Adnan Menderes’i asanların, Adnan Menderes’e işkence yapan subayların onlar olduğunu iddia etmiştir. Hatta ilk “üçe üç” tartışmaları da aslında o zaman başlayacaktır.

Osman Deniz şöyle reddetmiştir işkence iddialarını mahkemede:

“Evet ben ihtilalciyim ama insanlara sadist metodlar uygulayan bir ihtilalci değil. Türkiye’nin ekonomik sosyal ve ve kültürel aşamasını şart gören bir ihtilalciyim. Gerçekte ben ve arkadaşlarım sadist olsaydık 21 Mayıs gecesi başarıya ulaşırdık. Bizim en zayıf tarafımız budur.”

Duruşmalar devam ederken gerek Talat Aydemir gerekse Fethi Gürcan’ın mahkeme başkanı önünde yaptığı savunmalar büyük bir heyecanla dinleniyordu. Bir devrimcinin duruşu nasıl olur, davasına nasıl sahip çıkar ve idama gitti yolda doğrularını nasıl ortaya koyar ve korkmadan cesaretle nasıl meydana okur gösteriyorlardı.

“Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız” diyordu Fethi Gürcan. “Türkiye politikasını yönetenler, parlamentosuyla, hükümetiyle halka ve gerçek halk hakimiyetine karşıdırlar. Bizim hareketimizin meşruluğu onların hareketlerinin gayrimeşruluğundan doğmaktadır.

Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığının bir serüvenidir. Tanzimat’ta hayatı değişmedi, Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk devri halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yıllarıydı. Bunu halkın yeniden aldatılışı olan çok partili devir takip etti.

27 Mayıs Hareketi aslında belirli bir statükonun tayin ettiği sosyal sisteme mi karşıdır? Yoksa sadece o statüko içinde Anayasa dışı hareketlerde bulunduğu kabul edilen birkaç kişiye mi karşıdır? Eğer statükoya karşı değilse milli iradenin gerçekleşmesine sadece birkaç kişinin engel olduğu faraziyesine dayanmaktadır. Bu çok subjektif, iptidai ilim dışı ve romantik bir hükümdür.”

Gerçekten de verdiği savunmalar onların “bir grup sergüzeştçi” değil tam tersine toplumsal ve siyasi yapıyı çok iyi analiz eden bilinçli devrimciler olduğunu gösteriyordu.

Yaptıklarından bir an bile pişmanlık duymamışlardır.

 “Biz bir aysberge benzeriz. Huzurunuzda tutuklu olarak bulunanlar aysbergin üzerinde görünen tepesidir” diyen Talat Aydemir, savunmasını dinleyenleri kendine hayran bırakmıştır.

“Hedefine varamamış ihtilaller, yüzde yüz aralıklarla tekrar edilir. Canlı örneği 27 Mayıs ihtilali sonrası, 13 Kasım 1960, 6 Haziran 1961, 22 Haziran 1962, 21 Mayıs 1963 ve gelecekte x günü…

Siyasi partileri finanse edenler, köyde ve kasabada ağalar, küçük ve orta eşraflar, büyük illerde sermayedarlar, ve patronlar oldukça, vatandaşın serbest seçimle oy kullanmasına imkan yoktur. TBMM’ye gelenlerin, seçimler sırasında harcadıkları paralarını kurtarmak ve gelecek devre seçimlere hazırlık olmak üzere yapılan nüfuz ticaretiyle elde edilen meblağlar hariç, idari, ticari devlet mekanizması dejenere edilmektedir. Bu demokratik denilen sahte rejimle memleket sonsuza kadar idare edilemez.

Devletin Anayasası, kanunları dururken, devlet faşist sistemli protokollerle idare edilmektedir…” Uzun savunmasını verdikten sonra da “Üç nedenden dolayı ölmeyi tercih ediyorum” demiştir Aydemir:

“Bir fikre bir ideale inanmıştım. Bir lider arkasından gelenlere bir fikir uğruna gerektiğinde nasıl öleceğini göstermelidir ki, geriden süren kökler bu fikrin sönmemesi için çalışsınlar.

İkincisi, bu ideal uğrunda şimdiye kadar benimle çalışan bazı arkadaşlarımın nasıl sarsıldıklarını mahkeme huzurunda nasıl küçüldüklerini gördüm, manen yıkıldım.

Üçüncüsü, 1956’dan beri hiçbir karşılık beklemeden en tehlikeli mücadelelere girdim. Başarılı olamadığım gibi halen de Türkiye’de değişen bir şey göremedim. Gününü gün etme zihniyeti devam ettikçe de değişeceğine inanmıyorum…”

Fethi Gürcan da tüm konuşmalarında büyük bir devrimcinin nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Hakim Numan Özdalga, “Fethi, sana verilmiş bir görev mevcut; süvari grubunu kışlasından çıkarmak ve verilen hedefi ele geçirmek. Fakat bakıyoruz ki Kara Harp Okulu’nu sen alarma geçirip çıkarıyorsun, radyoevine de sen müdahale ediyorsun, Ankara’nın içindeki bütün olaylarda sen bulunuyorsun. Yani her yerde sen varsın. Bu nasıl bir şeydir.” diye sorduğunda tarihi yanıtını verir:

“Ben ihtilalciyim. Her girdiğim birliği kışlasından çıkarırım. Bu benim karakterimdir. Beni bugün tahliye edin yine ihtilal yaparım.”

Mahkeme devam ederken bile aslında sonucu bellidir. İnönü onlardan intikamını almak için her türlü yola başvurmuştur. Karar sonunda Erol Dinçer ve Osman Deniz idam edilmekten kurtulurlar ancak Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın sonu bellidir.

Fethi Gürcan mahkeme başkanına hitaben idam kararından sonra: “Ben ihtilalciyim ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Ölüme seve seve gidiyorum. Ancak sizin adaletinize inanmıyorum. Çünkü siz aldığınız emirleri uygulayan insanlarsınız. Bu ihtilal başarılı olsaydı Ordu’ya binbaşı rütbesiyle dönmekten başka dileğim yoktu. Ancak siz de biliyorsunuz ki başarı halinde devlet yönetiminin başına geçeceklere hafif cezalar verildi. Bu karar ben sapına kadar ihtilalci olduğum için verildi. Sizin adaletiniz budur.”

Evet, karar yalnızca ihtilalci oldukları için verilmiştir. Üst düzey generaller, ihtilal başarılı olsa suyun başını tutacak bazı isimler süreçten kurtulmuşlar ve ileride hayatlarını çok daha iyi şekilde devam ettirmişlerdir.

21 Ekim 1961 ve 9 Şubat 1962 protokolünde başı çekenler bellidir. Ama ihtilale yakın cephe değiştirip albay ve gençleri yalnız bırakmışlardır. Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı, Faruk Gürler Genel Kurmay Başkanı olmayı bu sayede başarmışlardır. Ve birlikte yer aldıkları genç subayları daha sonra “albaylar cuntası”, “faşist diktatörler” ve “vatan hainleri” diye itham edeceklerdir.

ABD’nin Ordusu mu Yoksa Halk Ordusu mu?

Bu aslında bir mücadelenin kesintiye uğradığı dönemdir.

Amerikancılar ve anti-Amerikancılar…

Atatürkçüler ve İnönücüler…

Devrimciler ve karşı devrimciler mücadelesi.

Ordu içinde bu bölünme daha uzun yıllar devam edecektir.

NATO Ordusu olmayı kabul edenler ve etmeyenler…

Bir kukla gibi tüm gövdesi iplerle bağlı olanlar ve kendi kararlarını Türk halkının çıkarları için savunan subaylar…

PKK’yla mücadele edebilenler ve etmeyenler…

Görevini yapanlar ve yapmayanlar…

İdare-i maslahatçılar ve devrimciler…

Devrimcilik yalnızca askere bırakılacak bir şey midir, elbette hayır.

Nasıl ki öğrencinin devrimcisi, işçinin devrimcisi, sanatçının devrimcisi olursa askerin de devrimcisi olacaktır. Günü geldiğinde görevini yapabilmek için…

Her şeyi askere bırakmak nasıl ki idare-i maslahatçı bir tutumsa, halkın kaynadığı bir dönemde susan asker de idare-i maslahatçıdır.

22 Şubat ve 21 Mayıs hareketleri bize susmayan onurlu subayların olabileceğini gösteriyor.

Ve tabii Ordu’daki askerlerin ilk kez yargılanmadığını…

Bugün “Asker de hesap versin, Ordunun dokunulmazlığı kalksın” naraları atanlarının unuttuğu bir şey var. Ordu kendi içinden iki tane baş verdi zaten, hem de yargılanarak!

Bu karşı devrimci yargılama İnönü ve CHP’ye kısmet oldu ve tarihe kara bir damga olarak geçti tabii, ki aslında aynı tartışmanın bir başka uzantısıdır: Halkın partisi mi olmak yoksa ABD’nin mi?

Ayrıca ordu içindeki Amerikancı hesaplaşma sadece Talat Aydemir’i ve Fethi Gürcan’ı idam etmekle kalmadı. Uzun yıllar sürecek bir tasfiye operasyonunu da beraberinde getirdi. Emekli etmeler, soruşturmalar, gözaltılar ve yargılamalar…

Günümüze kadar..

Serap Yeşiltuna

Kategoriler
Analiz

Benzer Konular