Toplumsal görünümler üstüne kısa değinmeler

Toplumumuzun ürkünç görünümleri hepimizin gözleri önünde sürekli, hergün sergilenmekte. Dahası bu görünümler hergün giderek daha da fazla dehşet saçmakta. Gerek toplumsal (sosyolojik) gerek içsel (psikolojik) gerekse siyasal olarak sanki...

Toplumumuzun ürkünç görünümleri hepimizin gözleri önünde sürekli, hergün sergilenmekte. Dahası bu görünümler hergün giderek daha da fazla dehşet saçmakta. Gerek toplumsal (sosyolojik) gerek içsel (psikolojik) gerekse siyasal olarak sanki büyük bir deprem, yıkım geçirmekteyiz.

İyikötü, düşekalka 1980’lere dek gelen, sonrasında ürkünç bir düşüşe geçen Türkiye Cumhuriyeti, bugün adamakıllı tökezliyor. Toplum; cinayetlerle, soygunlarla, aileiçi şiddetle, kadınlara uygulanan baskı ve kıyımlarla, siyasal çalkantılarla, mafyalaşan siyasetle, hapse atılan ordu altüst kademeleri ve medya kişileriyle, intiharlarla ve diktatörce yıldırılarla yıkıldı yıkılacak bir görünüm sergiliyor. Dahası toplumsal ve eğitimsel düzen açısından da gerinin gerisi, yobaz görünümler içinde. Eğitim medrese biçemine geri döndürülerek, kız çocuklarının okumalarına engeller konularak, imam okullarının önü açılarak ya da tüm okulların din eğitimi vermesi sağlanarak Osmanlı’nın Ortaçağ koşulları geri getirilmek isteniyor.

Bu gidişin nedenleri nedir? Bu nedenler üstünde burada, tek tek ya da geniş kapsamlı olarak duracak değilim. Ancak toplumun bugünkü gidişini ya da geldiği noktayı tek bir ana nedene bağlayabilirim: Bir dintarım imparatorluğundan endüstri (sanayi) devletine geçmeye çabalayan toplum, bu olguyu (ve çağdaşlaşmayı) yeterince gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Batılı ülkelerde toplumun kendisinden (tabandan) gelen sanayileşme hamleleri (Fransız burjuva devrimiyle birlikte) üst yapıyı belirlemiş ve toplumsal, siyasal ilkelerini de yaratmıştır. Fransız devriminin ünlü “özgürlükeşitlikkardeşlik” sloganı demokratik, siyasal, toplumsal ve ulusal ilkeleriyle birlikte liberalizmi (ya da kapitalizmi) de gündeme getirmiş, ayrıca sosyalizmin işaretlerini vermiştir. Bütün bunlar köklerini toplumlarda bulan devinimlerdir.

Oysa Türkiye’de bu oluşum, yukardan aşağı bir görünüm gösterir. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine endüstriye ve onun toplumsal ilkelerine dayanacak bir yapıyı zorunlu olarak kurmak durumunda kalan Türkiye Cumhuriyeti, bu yapının gerektirdiği demokratik ve ulusal ilkeleri de yukardan aşağı (siyasal güçle) gerçekleştirmek, oluşturmak zorundaydı. Fransız Devrimi’ni ve Aydınlanmayı örnek alan Atatürk’ün siyasal ve sosyal devrimlerinin dayanağı ise ulusalcılıktı. Ulusalcılık da, Batılı endüstri devriminin getirdiği siyasal ilkelerden biriydi. Cumhuriyet, halkçılık, ulusalcılık, özgürlük, toplumculuk, laiklik, demokrasi gibi liberal ilkeler endüstrileşmenin ortaya çıkardığı toplumsal, siyasal değerlerdir. Ben Karl Marx’ın felsefesini bile bu Aydınlanma ilkelerinin (liberalizmin) toplumlarca benimsenmesine bağlıyorum. Bu benimseme olmasaydı yani sermaye ve işçi sınıfları oluşmamış olsaydı Marx neyi, hangi demokratik hakları eleştirecekti? İşçi sınıfının haklarından söz edebilecek miydi? Başka deyişle bu haklardan söz edebilmek için öncelikle böyle bir sınıfın varolan ya da uğradığı haksızlıkların olması gerekir.

Şimdi; endüstrileşmenin getirdiği sınıf ayrıcalığını bir yana koyarsak, liberalizmin anayasal birliğini oluşturan ve cumhuriyetçiliğin payandası ulusalcılığa baktığımızda bunun, ülkemizi çevreleyen (Batılı) toplumlar arasında bize en geç gelen ilkelerden biri olduğunu görürüz. Şöyle ki; matbaa bile üçyüzelli yıl önce (o da gecikmeli olarak) bu ülkeye girmiş, padişahlık döneminde mühendislik okulları açılmış, ama fabrikalaşma ve hemen ardından gelen ulusalcılık (eski deyimiyle milliyetçilik) bizdeki en geç yenileşme hareketleri olmuştur. Balkanlar’da, Kafkaslar’da milliyetçiliğe uyanan halklar arasında Türkçülük akımı, Osmanlı’nın çöküşüne karşı bir direnme, bir başkaldırı olarak ortaya çıkar. Kesinlikle faşizan anlamı yoktur. Tam tersine özgürlüğü ve toparlanmayı simgeler.

Uluslaşma, feodalizme (ve din devletine) karşı bir çıkıştır. Bunu görebilmek için Ziya Gökalp’in kitaplarına, Yusuf Akçura’nın düşüncelerine bakmak bile yeter. Bu nedenle Atatürk’ün dayandığı ilkelerden biri olan ulusalcılığın da ki Atatürk de Ziya Gökalp’e dayanır, ayrıca Yusuf Akçura’yla birlikte çalışmıştır faşizmle ve ırkçılıkla bir ilgisi yoktur. Tersine Anadolu halkları arasında birlik ve bütünlüğü sağlayan bir ilke olarak öne çıkmıştır. Ulusalcılık, üretim olanaklarını kendi yaratan ve kendisi için kullanan demektir. Ayrıca bu ilkeye bağlı olarak eğitimöğretim birliği ve dilde bütünleşme, Türkiye Cumhuriyeti’ne varlık kazandırmıştır, temel dayanak olmuştur. Dahası Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet birikimi olmasaydı ulusalcılık da sağlanamazdı; çünkü ulusların dayandıkları temel, ancak geçmişlerindeki devlet geleneklerinden güç alır. Ulus kavramı, devlet erkine ya da geleneğinin varlığına bağlıdır. Tarihte devlet kurmuş, devlet erkine ve geleneğine sahip toplumlar ancak ulus birliğine dayalı cumhuriyetlere geçebilmişlerdir. Çünkü devlet erki, üretimin ve ekonomik düzenin yönlendiricisi, sağlayıcısıdır.

Din devletiyle özdeş feodalizmden laikliğe dayalı burjuva cumhuriyetlerine geçiş, ulusalcılıkla yani toprak üstü ve toprak altı varsıllıklarına sahip çıkmakla, bunları devlet adına işletip üretmekle gerçekleşir. Bu yüzden devlet kavramında ulusallık, çağdaş bir aşamadır. Hiçbir zaman etnik ve kafatasçı kabile anlamını içermez. Kimi ülkelerde bu türden davranışlar olsa bile (Batı’daki dazlaklar gibi) bunlar o ülkenin laik, cumhuriyetçi tutumunu değiştirmez. Çünkü çağdaş devlet erki, bütün dinlere ya da soylara eşit uzaklıkta olmak zorundadır. Örneğin ABD’de bugün bile Kukuluksklan’lar ya da tarikatlar var. Ama devlet erki bunların üstünde ve laik yapılanması sürüyor. Çünkü ekonomik gücü elinde tutan devlet erki, bunu ulusallığıyla pekiştirerek dünya piyasasındaki alımsatım yerini koruyor. Bu nedenle ABD devleti, her soydan oluşmuş Amerikan toplumunu ulus sayıyor. Amerikalının ürettiği mal, yine Amerikalı vatandaşın devletinin malı sayılıyor ve dış piyasada ABD markalı olarak satılıyor. Uluslararası denilen şirketlerin de ulusal damgaları var. Çin malı ya da Japon malı diyoruz üretim mallarına…

İşte bu yüzden ben, ulusalcılık derken bu ilkeye hiçbir zaman ırkçı, faşizan, baskıcı bir araç gözüyle bakmıyorum. Bunun gibi cumhuriyet yönetimlerinde nasıl toplumun ürettiği mallar ulusal varlıksa, halkın din ve dil özgürlüğü de ulusallık kapsamına girer. Başka deyişle her ulusalcı devletin kendi resmi dili vardır. Bu da yasalarla belirlediği ulusal kimliğinin bir parçasıdır. Ama ABD’de Çinli vatandaş, Çince konuşsa da kendisini Amerikalı sayar. Örneğin bizde de Ermeni ya da Musevi vatandaşlarımız kendi dillerini özgürce konuşurlar, ayrıca okulları da vardır, kiliseleri ve sinagogları da; bu, onların yasal haklarıdır. Ancak kendilerini Türk ve Türk vatandaşı sayarlar.

Bu noktada ben; bugün toplumumuz her yönüyle cinnet geçirmekte olan bir hasta görünümü sergiliyorsa, bunda ulusal kimlik bunalımının rolünün büyük olduğunu düşünüyorum.

İlk başta gençlerimiz “aidiyet” duygusunu yitirmiş olarak yetişiyor. Ne yaşadığı toplumuna güveni var ne çevresine ve ailesine ne de kendine. Gençler “Türk’üm” demeye bile korkuyorlar, Türk olmayı küçümsüyorlar, Türklüğü ırkçılık sayıyorlar çünkü ulusal kimliklerini yitirme noktasındalar. Dahası ülkelerine toplumlarına ve insanlarına büyük bir yabancılaşma içindeler. Bu yitikliğin belki en başında dil kimliği geliyor.

“Ben kimim? Ben neyim ya da ne olacağım?” diye soran genç insan, sorularına yanıt alamıyor. Çünkü geleceğini karanlık görüyor. Büyükleriyse yalnızca kısır hesaplaşmalar, çıkar kaygılarıyla birbiriyle kavgalaşmakta. Genç güvensiz. Dahası yaşamı sürekli geleneksellik içinde geriye döndürülmek, sürüklenmek isteniyor. Kimliğini şaşıran ya da ailesi ve toplum eliyle saptırılan çocuk artık “Ben Türk’üm” diyemediği gibi dilini de koruyamıyor. Korumaya hevesli de görünmüyor.

Öte yandan dış dünyadan ona yüklenilen teknolojik araç gereç (televizyon, bilgisayar vb.) bombardımanı karşısında seçimini o dünyaya göre yapıyor. Örneğin bilgisayar kullanmaya alışan çocuk ya da genç seçimini İngilizce’den yana yaparken daha alt kesim genci de Arapça’ya zorlanıyor. Çünkü Türk olmak ya da Türkçe, gence faşistlikmiş, ırkçılıkmış gibi geliyor.

Gençlerimiz çağdaşlığı yabancı ülkelere özenmek olarak görüyorlar. Amerikalı ya da Fransız gibi yaşamak, çağdaşlıkla aynı şey onların gözünde; bununla övünüyorlar.

Bir insanda ortaya çıkan kimlik bunalımı en yıkıcı hastalıklardan biridir. İnsan, ait olduğu yeri belirleyemezse ayakları kayar, kişiliği çarpılır, kafası karışır dahası suçu başkalarında arar.

İnsan gibi toplumlar ve halklar da hastalanabilir. Ulusallığını yitiren bir toplum kimliğini de gözden çıkarmış demektir. Artık onun bir cumhuriyet olduğundan söz edilemez. Dünya üzerindeki yeri belirsizdir. Çünkü sınırları belli, dili ve kimliği geçerli bir toplum yerine konulmak istenilen “halklar” sözcüğü başı sonu belirsiz bir kavramsallığı içerir. Halk derken bu halkın sınırları neye göre ve kim eliyle çizilecektir? Toplumsal düzeni ve yaşam sınırları belirsiz halk olur mu?

Toplumsal düzen bir devlet modeline dayanır. Bunu ortadan kaldırmak bugün için soyut bir kavramdır. Devleti olmayan halklar toplumdan sayılamazlar. Bunun gibi ulusal birliğe dayanan dil de ancak devletin sınırları ve yasaları ortadan kalktığı zaman dil sayılamaz.

Türkçenin kimliğine kavuşması ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra gerçekleşebilmiştir. Cumhuriyet’ten önce dilimiz Arapça ve Farsça’nın etkisindeydi. Çünkü toplumda ulusallık bilinci egemen değildi. Türkçenin kimliğine kavuşması ancak ulusal egemenlikle varolmuştur. Yalnız; dintarım toplumundan sanayi toplumuna yeterince geçemeyen, Cumhuriyet döneminde sermaye ve işçi sınıflarını tam olarak oluşturamayan Türkiye, uluslaşmayı da tabana yaymayı başaramamıştır. Eğitim düzeni ve Köy Enstitüleri’nin kuruluşu, batı bölgelerindeki sanayi hamleleri yeterli olamamıştır. Toprak reformunu da gerçekleştiremeyen Türkiye tarımda da istenilen verimden çok uzaklaşmıştır. Türkiye bugün artık ne bir tarım toplumu ne de sanayi toplumudur. Sermayesi dışgüdümlü, işçi sınıfı belirsiz olmasına karşın tarımsal verimin de dışına düşmektedir.

Bütün bunlardan yola çıkarak Türkiye’nin gerçekte toplumsal kimlik bunalımında olduğunu söylemek hiç de yanlış değildir. Bu durum, hukuk ve siyasa alanından yönetim mekanizmasına, toplumsal yaşamdan diline dek birçok paydaya yansımaktadır. Ne yazık ki bu gidişle etnik parçalanma kaçınılmaz gözüküyor. Yüreğim elbette bu parçalanmadan yana değil ama bu gidiş sürerse toprak parçalanması eninde sonunda gerçekleşecek. Ama kanımca bu dağılış ülkenin ne doğusuna ne de batısına yararlı olur. Çünkü doğuda kurulacak hiçbir devlet, dış ülkelere yem olmaktan kurtulamayacaktır. Bu, batı için de geçerlidir.

Bu arada ulusallık ve dil, belirleyici ögeler olmaktan çıkacaktır. Dahası dinsel ögeler öne çıkarılarak halkların toprakları kapitalist şirketlerin hizmetlerine açılacak ve ortaya çıkan yönetimlerin Ortadoğu ülkelerinden bir ayrımı kalmayacaktır. “Türk” olmanın birleştirici özelliğinin dışına çıkmış etnik, faşizan ögeler, dinin kucağına düştüklerinde aynı zamanda büyük sermaye ülkelerinin de paylaşım ve sömürü alanına girmiş olacaklardır. Çünkü başta Amerika olmak üzere bütün batılı ülkelerin istedikleri, doğu ülkelerinin ulusallaşmaması ve kapitalist şirketlerce küresel pazara dönüştürülüp sömürülmesidir.

Bu gidişin tek çıkar yolu, geçmişte Türk kimliğine dayanarak yarattığımız uluslaşma düzeyinden artık Türk soluna doğru hamle yapmamızda ve geçiş sağlamamızda gibi gözüküyor.

Sanırım tek çıkış yolumuz bu.

Tansu Bele

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Analiz

Benzer Konular