Bu Kazan Başka Kazan..
Geçtiğimiz Mart ayında Amerika’da McCarthy dönemini ve McCarthyizmi bir kez daha ameliyat masasına yatiran iki olaydan birisi, Oscar Akademisi’nin yönetmen Elia Kazan’a Life Time Achievement ödülünü vermesi; diğeri ise, siyah opera sanatçısı, aktivist, sporcu Paul Robeson’un Centenial (yüzüncü doğum günü) kutlamaları oldu.
İki dev yetenek, iki büyük sanatçı…
Biri (Robeson) döneme kafa tuttu, bedelini ödedi; diğeri (Kazan) zamana uydu, bedelini şimdi ödüyor.
Akademi’nin yönetmen Elia Kazan’a Life Time Achievement ödülü vermesi, Holywood’da oldukça nadir görülen bir politik bölünmeye yol açtı.
Komünizmin yeryüzündeki her derde deva, her haksızlığa şifa olduğuna inandığımız, bu inançla mapuslarda yattığımız, işkence gördüğümüz bebelik günlerimiz geride kaldı: En büyük öğretmen tarih, hangi rejim altında da olsa insanın insanlığını yapacağını öğretti. Ayrıca, bütün teorik tangomangoya rağmen, pratikte komünizmin hiç de sınıfsız, enternasyonal bir dünya yaratma peşinde olmadığı ortaya çıktı. Bolşevik ihtilalin mimarı Ruslar en az diğerleri kadar şovenist, nasyonalist olduklarını, SSCB’nin dağılmasından sonraki olaylarda, öreneğin Çecenistan’da, ortaya döktüler. İkinci Dünya Savaşı’nın kargaşalığında, yine Çeçenleri, Kırım Tatarlarını ve tek bir ferdini bile unutmayarak sürdükleri Karaçay, Balkar gibi Türkik boyları imha etmek için giriştikleri inanılmaz eylemlerde ispat ettiler. Bulgaristan’daki “Türk kökenli Bulgarlara” yapılan şovenist baskılar, Bosna ve Kosova’daki katliamlar ise, Balkanlar’da sınıfsız enternasyonal bir dünya için savaşılmadığını, nasyonalist, militan ortodoks ideolojinin egosunu tatmin için insanın kurban edildiğini, en safdilimize bile çok iyi anlattı.

Paul Robeson Jr., at age 14, with his parents, Paul Sr. and Eslanda, in Enfield, Conn., in 1941.Credit…Frank Bauman/Look Magazine, via Schomburg Center for Research in Black Culture, the New York Public Library
Bütün bunlara rağmen, İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan faşizm tehlikesi, kapitalizmin aman bilmez sömürüsü, insan onurunu hiçe sayan yıkıcılığı karşısında bolşevik ideolojiye sempati duyan aydınların, sanatçıların insancııl bir duygudan yola çıktıkları da tartışma götürmez. ABD’de özellikle sinema dünyasının, Türkiye’de N. Hikmet’in temsil ettiği yazar-çizer grubunun, ne ülkelerine ihanet etmek ne de dünyanın başına corap örmek için değil, gerçekten hümanist ideallerle gladyatörler gibi kendilerini aslanın inine attıkları kesindir. Yani o dönemde komünist olmak, bolveşik ideolojiye sempati duymak, yüreği insanlık için çarpanların yiğitliğini gösteriyordu.
Koskoca Gorki’nin Lenin’i tanımlarken “İnsanligin geleceği için nöbet tutan insan” demesi, Fransa’da Aragon’un, Sartre’ın, Yves Montand’ın, İngiltere’de B.Russel’in, Şili’de Allende’nin, Pablo Neruda’nın, İtalya’da Ignozia Silone’nin, sinsi sinsi gelişen kapitalizm-faşizm işbirliğinin ürküntüsüyle insanlık görevine koşan bir yığın aydın ve sanatçının idelazmi anlaşılır bir şeydir.
Ne var ki, dünyanin kapitalist ülkeler ile Stalinist Sovyetler arasında Yalta’da paylaşılmasından sonra işin rengi değişmistir. O ana kadar birbiriyle çatışan evrensel değer yargılarını temsil eden komünizm ve kapitalizmin (yani devletin yönetiminde ekonomiyi benimseyen etatizm ile yapısal olarak çok partili rejimi benimseyen liberalizmin pazar ekonomisi) arasındaki çeliski, iki tarafın da sekter ve uzlaşmaz tavrıyla Soguk Savaş’ı başlattı. İkinci Dünya Savaşı’nın iki galibi arasındaki bu sinir harbi, Karadeniz’in Kırım sahillerinde, Yalta’daki Lavidia Sarayı’nda sentezini buldu. 1945 Şubatında Almanya’nın yenik düşeceği artık herkese ayan olmuştu. Üç büyükleri temsil eden Roosevelt, Churchill ve Stalin, 11 Şubat 1945’de Lavidia’da buluştu. Yalta Konferansı’nın amacı Nazi Almanyası tarafından harabeye çevrilen ülkelerin kimliklerinin yeniden belirlenmesiydi. Ama bu belirlenme kolay olmayacaktı. Çünkü iki ayrı dünya görüşü, iki farklı ideoloji gündemdeydi.
Öte yandan, Yalta Konferansı’ndan bile önce, Amerikan ve Japon Emperyalizmi kudret kavgasına başlamıştı. ABD Saipan’i işgal edince bir Amerika-Japon savaşının patlaması an meselesi oldu. Sonrası malum… 1942’de başlatılan Manhattan Projesi son derece gizli ve hassas bir devlet sırrını içeriyordu: Atom bombası. Bohr, Oppenheimer, Feynman ve Fermi gibi bilim adamlarının üzerinde çalıştığı proje sırasında, bazı Amerikan aydınlarının sosyalizm sempatizanlığı nedeniyle SSCB hesabına casusuluk yaptığı iddialari (ki bu iddiaların bazıları bugün Sovyet arşivlerinin açılmasıyla doğrulanmış bulunuyor) yoğunlaştı. Korku, güvensizlik ve cehalet bir araya gelmeye görsün: bir yığın dürüst, namuslu, yurtsever insan kıyım kıyım kıyılır. McCarthyizm işte bu kıyımın ismidir. Senator McCarthy’nin bu dönemde Amerika’da büyük bir komünist komplonun varolduğunu iddia etmesiyle, elinde hiçbir delil olmadan önüne gelene suçlamalar yöneltmesiyle Amerikan toplumunda bir Cadı Avı başlamış oldu. Delil yokluğu, Mc Carthy’e göre komplonun ne kadar profesyonel ellerde olduğuna işaretti.
Gercekte SSCB ve ABD kendi kudretlerini pekiştirmek için bir politik yarışa girmişlerdi. Sidik yarışı, her iki ülkede de çok canlar yakacaktı. Özellikle Sovyet casusu Alher Hiss’in 1948’de mahkum edilmesi; Julius ve Ethel Rosenberg’in 1950-54 arasında casusuluk suçuyla yargılanıp idam edilmeleri, bu cadı kazanının ateşini körükledi. 1929-1930’larda Büyük Ekonomik Bunalım sırasında Komünist Partisi’ne kayıt olan sanatçı ve aydınların hemen hepsi bu kazana atılacaktı. Elia Kazan da bu sanatçılardan biriydi. Nedense sonra -korkuyla olabilir- McCarthy kasırgasına tutulup, itibarını yerle bir etti: soruşturmalar sırasında Komite’ye arkadaşlarının adını verdi.
Elia Kazan 1909 yılında İstanbul’da doğdu. 1913’de, dört yaşındayken, Rum asıllı ailesi ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göçtü. 1947’de Aktörler Stüdyosu’nu kurdu (The Actors Studio). Burada pek çok aktörü Stanislavsky sistemi ile (“method acting”) tanıştırdı. Bu sanatçılar arasında Marlon Brando, James Dean, Julie Harris, Kim Hunter ve Karl Malden de vardı. 1955’de Marlon Brando ve Karl Malden’in rol aldığı On The Waterfront ; 1948 Gentleman’s Agreement filmleriyle Oscar aldı. 1951’de A Streetcar Named Desire ve East of Eden ile Oscar’a aday gösterildi.
Oscar töreninde dikkati çeken bir insanlık durumu: bir yanda suret-i haktan görünmeye, politik tavırlarını vurgulamaya çalışan Holywood hızlıları; öte yanda Kazan ile yakından çalışmış, onun dehasını, ustalığını, insan yanını görmüş, kimbilir ne korkular baskılar altında işlediği bir günahın ahir ömründe bir gün, bir gecenin bir küçük anında affa layık olduğunu bilenler… Yaşlı Kazan titrek elleriyle özel Oscar’ını, utangaç, suçlu alırken kendisini dolu gözlerle ayakta alkışlayan Warren Beaty bunlardan biriydi. Oscar’ı aldıktan sonra kırık dökük bir tebessümle “Şimdi yavaşça buradan sıvışayım” diye bir espri yapmaya calıştı ve Akademi’ye gösterdiği cesaret için teşekkür etti. Cesaret? Bütün bu tartışmanın orta yerinde, herşeye rağmen Kazan’ın ustalığı, dehası ve sanatı ile kişisel politik yanlışı arasında bir ayırım yapma cesareti… Sezar’ın hakkı Sezar’a…
89 yaşında bir ihtiyarcık, çirkin bir bronz heykel aldı diye kıyamet kopmaz ya!
İnci Dişli Zenci Kardeş, Altın Kanatlı Kanarya
1917 İhtilali, dünya ölçeğinde etkili oldu. Sosyal vicdanı olan pek çok kişiyi peşinden sürükledi sosyalizm… Paul Robeson, Amerikalı siyah sanatçı, atlet, insan hakları aktivisti, düşünür de bunların arasındaydı.
Köleydi babası. Firar etti. Hani o yedi kat zincire vurulsa, etinden et koparılsa köleleştirilemiyecek, hürriyeti canından tatlı insanlar vardır ya (Kökler’in Kunta Kinte’si gibi), işte onlardan biriydi William Drew Robeson. 15 yaşında kaçtı; Lincoln Üniversitesi’nde teoloji okudu. Rahip oldu, köleliğin kaldırılması için çalışan Maria Luis adında bir öğretmenle evlendi. Princeton’da oturuyorlardı. Akıllı bir eski köle olmak tehlikeliydi. Robeson’u işinden attılar. Çöpçülüğe başladı ailesini geçindirmek için. 9 Nisan 1898’de beşinci cocukları Paul Robeson doğdu. Annesi trajik bir kaza sonucunda öldü. Baba Robeson, African Metodist Kilisesi’ne katıldı ve aile önce Westfield’a sonra da Somersville’e taşındı. Genc Robeson’un sıradan bir siyah olmadığı da yavaş yavaş anlaşılmaya başladı. Irkçılığın dorukta olduğu o yıllarda Robeson, çalışkanlığı, disiplini, zekası ve sayısız yetenekleri ile beyazlar arasında bile revaçtaydı. Beyaz dünya tarafından tamamen kabul edilmese de, Princeton’da Cap and Skull eliti arasına girebildi. 17 yaşındayken Rutgers Üniversitesi’nden 4 yıllık bir burs kazandı. 500 kişilik Üniversitedeki üç siyah öğrenciden biriydi. 1.80 boyunda, 80 kilo ağırlığındaki “Robey”, Üniversitenin futbol takımının göz bebeğiydi.
Daha sonra Yale Üniversitesi’ne devam eden Robeson, okul birincisi olarak yaptığı konuşmada “Yeni İdealizm” başlıklı bir denemesini okudu. İnsanların renklerinin değil karakterlerinin başarıda ölçü alınması gerektiği, Tanrı gözünde herkesin kardeş olduğuydu teması. Böylelikle o güne kadar bir atlet olarak göze çarpan bu siyah Amerikalı, ülkesindeki sosyal haksızlıklara, ırkçılığa karşı tavrını koymuş oldu.
Aktörlük kariyerine 1924’de Eugene O’Neill’ın All God’s Children ile başladı. Daha sonra müzikallerde rol aldı ve büyük başarı kazandı. Olağanüstü güzel, bariton bir sese sahipti. New York’da konserler verdi. Londra’ya gittikten sonra, Avrupa’nın Amerika’daki vulgar ırkçılığın ötesine geçmiş olduğunu görmesi onu duygulandırdı. Çok etkiledi.
1926-27 yıllarında eşi Essie ile Amerika’da bir konser turuna çıktı. Paris’teki konserinde James Joyce seyirciler arasındaydı. New York konseri sırasında tek çocuğu Paul Robeson Jr doğdu. 1928’de Lonrdra’da Show Boat adli müzikalde rol aldı ve ünlü Ol’ Man River’ı söyleyerek büyük ilgi gördü.
Benim Robeson’u tanımam da ilk bu şarkıyla olmuştu. Daha sonra Nazim Hikmet’in onun için yazdığı: “İnci dişli zenci kardeşim, altın kanatlı kanaryam…” diye başlayan şiirini okudum.
Bütün ününe rağmen zaman zaman Avrupa’da ve Amerika’da beyazların takıldığı lüks yerlere sokulmayan siyah sanatçı Rusya’ya gider. Orada zenci spritüel müziği ile Rus forsa müziğini birleştirerek bir konser verir. Bu sırada İngiliz aktrist Yolanda Jackson ile ilişkisi olur. Broadway’de Show Boat yeniden sahnelenir. 1931 yılından itibaren bütün hayatını karartacak olan bir deprasyona girer.
Sovyetler Birligi’ni ziyaret ettikten sonra sosyalist bir ülkede yaşamaya karar verir. “Hayatımda ilk kez, burada bir insan muamelesi görüyorum” dediği Rusya’da kalmak ister. 1935’den sonra yazı yazmaya başlar. Anti-fasizm ve Afrikanizm konularına eğilir.
Almanya’da Nazilerin yahudilere uyguladığı baskı ve zulmü açıkça lanetler. Sonra savaş yılları… Oslo, Kopenhag ve Stokholm’de verdiği konserler Avrupa’da anti-nazi gösterilere yolaçtı. New York’a döndüğünde Amerikan Komünist Partisi üyesi Ben Davis Jr ile tanışır ve siyahları partiye kaydetmek için çalışır. 1939 güzünde Hitler Avrupa’yı yakıp yıkmaya başlayınca Robeson ailesi Londra’ya kactı. Paul Robeson, 1940 yılında Londra’da Ballad for Americans adlı albümü yaptı. Sonra da Negro Playrights’ Company’yi kurdu.
Yeteneğini solcu ve anti-faşist örgütlerin hizmetine sunarak Amerika’da persona non grata statüsünü kazanmaya başladı. FBI, hakkında takibat açtı. McCarthy’nin meşhur Anti-Amerikan Faaliyetler Komitesi tarafından kara listeye alındı. Bu sırada Shakespeare’in Othello’sunda başrolü oynayarak sanat çevrelerini birbirine kattı. Variety dergisi, “Bundan boyle bu rolde hiç bir beyaz aktör oynama cüretini göstermemeli!” diye yazdı.
1943’te, FBI’in ‘komünist’, ‘vatan haini’ diye damgaladığı Robeson’a “ırkçılığa karşı eylemleri yüzünden Abraham Lincoln Madalyası verildi.
Amerika’nın Paul Robeson ile olan aşk ve nefret ilişkisi, savaş sonrası yıllarda da devam etti. 1946’da siyahların linç edilmesini yasaklayan bir kanun çıkartılması için Truman’a meydan okuyan Robeson, Kongre önünde ifade vermeye çağrıldı. Anti-American Faaliyetler Komitesi’nin komünist olup olmadığı yolundaki sorusunu: “Anti-faşist ve bağımsız bir sanatçıyım” diye cevaplandırdı.
Kendisine bir sabotaj yapıldı. Arabasının tekerleği çıktı, fakat kendisi yaralanmadan kurtuldu. Roosevelt’in başkanlığa adaylığını destekledi. Konserlerine devam etti. Amerika’da konserleri iptal edilmeye başlayınca Londra’da konserler verdi.
1950 yılında Amerikan televizyonları Robeson’u boykot etti. Dışişleri Bakanlığı, Amerikan pasaportunu iptal edince mahkemeye başvurdu. Bu dönemde ileri gelen siyah liderler de ona sırt çevirdiler. Çesitli yayın organlarında vatan hainliğiyle suçlandı. 31 Ocak 1952’de Kanada – Vancouver’de maden işçilerinin toplantısında şarkı söylemesi engellendi. Plak şirketleri tarafından da kara listeye alınan Robeson kendi şirketini kurdu. 1953’de eşi Essie, Anti – Amerikan Faaliyetler Komitesi önünde ifade vermeye çağrıldı. Komiteyi rezil eden, harika bir performans verdi.
1956 yılında Kruschev’in Stalin döneminin akıl almaz cinayetlerini açıklamasıyla Robeson büyük bir düşkırıklığına uğradı. Depresyonu gittikçe yoğunlaştı. 1957’de Martin Luther King’i destekledi. Pasaportu iptal edildiği için yurt dışına çıkamaz oldu. 1958’de Anayasa Mahkemesi pasaportunun iade edilmesi kararını verince Londra’ya gitti. Londra’lılar kendisini coşkuyla karşıladılar. Küba devrimi sırasında Havana’da konser verdi. Nazim Hikmet’le tanıştı. Nazim Hikmet’in “Türkülerimizden korkuyorlar Robeson…” diyen o şiiri, işte bu vesileyle yazılmıştır. 1959 yılında hastanelik oldu.
İyileşir gibi olunca konserlerine devam etti. Eşi Essie kanser oldu. Paul Robeson ise Paget hastalığı olarak bilinen bir kemik hastalığına tutuldu. Kronik deprasyon da yakasını hiç bırakmadı.
23 Ocak 1973 yılında öldü. Öldüğünde 77 yaşındaydı. Yağmurlu bir kış günü, 5.000 kişinin katıldığı gömü töreninde, gür bariton sesiyle söylediği özgürlük şarkıları Harlem semalarını çınlattı.
Hale Koray