Şiddetin Doğası Üzerine

Sahip olduğunuz tek şey bir çekiç ise her şeyi çivi olarak görürsünüz. Abraham Maslow Gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri...

Sahip olduğunuz tek şey bir çekiç ise her şeyi çivi olarak görürsünüz.

Abraham Maslow

Gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum. Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne: Katledilmiş on binler, üst üste yığılmış cesetler; atların nalları çok haykırış var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum altında can çekişenler ölümün imgesini ve ıstırabını çağrıştırıyor. İşte sizin barışçıl kurumlarınızın meyveleri! Yüreğimin derinliklerinden merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet, kalpsiz filozof! Gel ve bize, bir muharebe meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi.

Jean-Jacques Rousseau


Ortaçağ’da Şiddet

Ortaçağ’da şiddetin en çarpıcı örneklerinden biri Fransa kralı XV. Louis’yi bıçakladığı için 1757’de ölüm cezasına çarptırılan Damiens’in şaşırtıcı, hatta dehşet verici infazıdır. Mahkemenin kararına göre Damiens’in bedeninin çeşitli yerlerinden kızgın maşalarla et kopartılacak; bıçağı tutan eli sülfürle yakılacak; et kopartılan yerlere eritilmiş kurşun, kızgın yağ, yanar halde reçine, birlikte balmumu ve sülfür dökülecek; daha sonra vücudu atlarla çekilerek parçalanacak, parçalar yakılıp kül haline getirilecek ve son olarak da küller rüzgâra savrulacaktır.

Norbert Elias, “Şiddet ve Uygarlık” adlı yapıtında Alman birliklerinin Britanya savaş gemilerinin desteğinde yeniden örgütlenmiş olan Estonya ve Latviya birliklerine yönelik barbarlıklarını bir Frieikorps subayının güncesinden şöyle aktarıyor:

 

“Şaşkınlığa düşen kalabalığın üzerine ateş ettik, vurduk, avladık. Tarlalarda tavşan gibi kaçışan Latviyalıların izini sürdük, her evi ateşe verdik, her köprüyü yakıp kül ettik, her telgraf direğini yıktık. Cesetleri kuyulara attık ve el bombalarını fırlattık üzerlerine. Elimize geçirdiğimiz herkesi öldürdük, yakabileceğimiz her şeyi yaktık. Bir kez kan görmüştük, yüreklerimizde hiçbir insani duygu kalmamıştı artık. Nerede kamp kurduysak toprak yıkıcılığımızla inliyordu. Esip geçtiğimiz yerlerde, eskiden evlerin bulunduğu yerlerde artık moloz, kül, çıplak tarlalardaki apseler gibi yanıp sönen ışık huzmeleri vardı. Büyük bir duman bulutu ilerlediğimiz yolları işaretliyordu. Büyük bir odun yığınını tutuşturduk; yalnızca ölü nesnelerden ibaret değildi yanan. Umutlarımızı, arzularımızı da yakmıştık; burjuva yazıtlarını, medenileşmiş dünyanın yasalarını ve değerlerini; güve yeniği çöpleri, bizi yüzüstü bırakmış olan bir çağın değerlerini, o çağın nesnelerine ve tasarımlarına duyulan imanı, hepsini yaktık. Gururlu, neşeli ve ganimet yüklü olarak geri çekildik.”

Devletin uyruklarını gütmek ve denetlemek amacıyla ibretlik şiddetin aşırı örneği, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Jean-Bedel Bokassa rejimiydi. Bokassa, bakanlarının, siyasetçilerin, bürokratlarının ve ordu subaylarının öldürülmesi emrini vermekle; okul üniformalarını protesto eden onlarca çocuğu kendi elleriyle öldürmekle; yamyamlık törenleri yapmakla tanınmıştı. Bu süreçte Kologa Sarayı’nın buzlukları pirinçle doldurularak yenmeye hazır hale getirilmiş cesetlerle tıka basa dolmuştu.

Kurbanlarının kulaklarını veya cinsel organlarını bir hamlede kesip onları, katledilmeden önce silah zoruyla bu organlarını çiğnemeye zorlayan askerlerin bu iğrenç eylemlerinin arkasında aşağılık insan doğasından başka ne olabilir ki?

Bu, doğuştan gelen şiddet eğilimlerimiz olduğunu kanıtlamaz mı? Balkanlarda ve Saraybosna’da yaşanan trajedi şiddetin akıldışılığını göstermek açısından oldukça çarpıcıdır:

 

120 mm’lik havan topu kovanları Pazar yerlerine fırlatılır ve dehşetli bir patlamanın ardından yağmur sesine veya küçük derelerin şırıltısına benzer hafif bir ses duyulur. Bir anlık sessizlikten sonra, alışverişe çıkmış olan insanlar, daha önce hiç karşılaşmadıkları kadar büyük bir kuvvetle yerlerinden fırlatıldıklarını hissederler; kol, bacak ve et parçaları her yere sıçramıştır. Hava, yaralı ve ölmekte olanların çığlıkları; yakınlar, arkadaşlar ve tanıkların feryatlarıyla ağırlaşır.

Türkiye’den Şiddet Manzaraları

Tarih: 6 Eylül 1955, Yer İstanbul

Bir İstanbul gazetesinde Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı haberi yayımlanır. Bu haber İstanbul’da yaşayan Rumlar’a ve gayrimüslim esnafa yönelik bir sürek avına yol açar. Daha sonradan Demokrat Parti’nin el altından kışkırttığı ve yönlendirdiği anlaşılan olaylar, aynı zamanda Türkiye’de gayrimüslim tüccar simasının yerini Anadolu kökenli hacıağa tiplemesine bıraktığı sürecin miladı sayılıyor. Sermaye sınıfı yine kendi sınıfından akranlarıyla sorunlarını kanlı bir kışkırtmaya başvurarak “çözmüş” bulunuyor.

Tarih: 24 Aralık 1978, Yer: Kahramanmaraş

Siyasal nedenlerle körüklenen Alevi-Sünni ayrılığının ilk kıvılcımı, Aralık 1978’de Maraş’ta patlak verdi. 20 Aralık 1978’de kentteki sinemalardan birinde “Günes Ne Zaman Doğacak” adlı filmin gösterimi sırasında sinemaya bomba atıldı. Ardından “Sinemayı Alevi komünistler bombaladı” söylentisi yayıldı. Solcu olarak tanınan iki öğretmen kendilerini bombalama olayından sorumlu tutan bir grup sağcı gencin saldırısı sonucu yaşamlarını yitirdi.

23 Aralık’ta öldürülen öğretmenlerin cenaze töreni sırasında büyük olaylar oldu. Cenazelerin getirildiği camide bulunanlar, cenaze namazı kılınmasına karşı çıkarken bir yandan da, “Cenaze törenine katılanların camileri ateşe verdiği” söylentisi kentin Sünni mahallelerine hızla yayıldı. Bunun üzerine harekete geçen silahlı ve sopalı kalabalık gruplar Kahramanmaraş’ın Alevi mahallelerine saldırdılar. Aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu 100’den fazla kisi bu saldırılar sırasında öldürüldü. Evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı. Günlerce süren saldırılar sırasında, saldırı ve çatışmaları önlemekte yerel güvenlik güçleri yetersiz kaldı. Civar illerden gelen askeri birlikler güvenliği sağladı. Başbakan Ecevit başkanlığındaki hükümet 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. Olaylarla ilgili olarak daha sonra açılan davada 22 kişi hakkında idam cezası verildi. Haklarında ceza verilenlerin cezaları Nisan 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelendi ve serbest bırakıldılar. Kahramanmaraş olaylarından sonra ülkedeki Alevi ve Sünni sürtüşmesi tımandırılmaya baslandı. Alevi cemaatlerinin yoğun olarak yaşadığı Sivas ve Çorum gibi yerlerde de gerginlik arttı. Maraş katliamında yapılanlar uzun süre hatıralardan çıkacak gibi değildi. Örneğin yaşlı bir kadının gözü tornavida ile oyuluyor, ölü kocasının üzerine kapanan genç kadın bıçaklanarak öldürülüyordu.

Tarih: 4 Temmuz 1980, Yer: Çorum

Temmuz 1980 yılına gelindiğinde Çorum kenti patlamaya hazır bir bomba gibiydi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın 27 Mayıs’ta öldürülmesi üzerine Çorum’da gergin bir ortam oluşuyordu. Alevi ve Sünni mahalleler arasına barikat kuruldu. Sokağa çıkma yasağına rağmen çatışmalar başladı. 4 Temmuz’da Alaeddin Camisi’ne bomba atıldığı yolunda çıkan söylentiler üzerine çatışmalar basladı. Alevi mahalleleri saldırıya uğradı. Evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı. İtfaiye araçları ve güvenlik güçleri saldırıya uğrayan mahallelere giremedi. Olayların artması üzerine Samsun, Amasya ve Kayseri’den askeri birlikler kente kaydırıldı. Ama olayların önü alınamadı. Güvenlik güçlerinin geri çekilmesinden sonra çatışmalar yeniden başladı. Kentte yaşam felç oldu. Resmi rakamlara göre 25 kişi öldü. Kayıp ihbarlarının sayısı ise 100’ün üzerindeydi. Aynı günlerde saldırıların benzeri Sivas’ta da meydana geldi. Güvenlik güçleri olayları zorlukla bastırabildi.

Tarih: 2 Temmuz 1993, Yer: Sivas

Madımak Oteli’nde ülkenin 37 seçkin aydın ve yazarı yakılarak öldürüldü. 37 cana mezar olan Sivas katliamı şiddetin ve bağnazlığın Anadolu toprakları üzerinde en acı örneklerinden birinin yaşanmasına yol açtı.

İnsanın insanla, insanın doğayla, egemen ulusların tabi uluslarla, toplumsal katmanların birbiriyle, toplumun bireyle ilişkisinde kaçınılmaz bir biçimde yaşadığı şiddet olgusu ya verili iktidarın sürdürülmeye çalışılması, ya da kalıcı hale getirilmesi girişiminden doğmaktadır. Şiddetin bütün biçimlerinin toplumsal hayatımızın dışına çıkarılması gerektiğine inanıyorum.

İktidar mücadelelerinin sıklıkla yaşandığı toplumlarda şiddet sınıfsal karakteri dışında farklı biçimlerde de çıkar karşımıza. Farklı görünümleri vardır şiddetin. Bunlar; ulusal, sınıfsal, cinslerarası ve en savunmasız canlı türü olan hayvanlara yönelik şiddet biçiminde ortaya çıkar.

Toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak iki ülke arasında savaşla sonuçlanabilecek bir yelpazede ele alınabilecek olan şiddetin ille de “cebir yoluyla” gerçekleşmesi gerekmez. Bazen sert bir bakış ve yüksek sesle buyurgan bir dil kullanmak da pekâlâ bir tür şiddet olarak tanımlanabilir.

Bütün bu şiddet biçimlerinin olmadığı bir dünya tasarlamak “reel politik” açıdan bakıldığında çoğumuza ütopik gelebilir. Fakat bilinir ki “kuvveden fiile” çıkarılmak istenen her yeni toplumsal proje önce tasarı biçimindedir, tasarlanmaktadır.

Bu bizi “insanın doğası” gibi tartışmalı bir konuya götürür.

“Cumhuriyetin kurucularının “demokrasi tutkusu”nun kanıtı gibi gösterilen, henüz erken aşamadaki üç olay, topluma bundan böyle devletle ilişkisinin temel düsturunun ne olacağını gösterdi: Bunlardan ilki Terakkiperver Fırka’nın –önce izin verilir gibi yapıldıktan sonra- Şeyh Sait İsyanı ile ilişkilendirilerek tasfiye edilmesi; ikincisi İzmir Suikastı davası ve bunu izleyen idamlar; üçüncüsü de daha sonraki yıllarda kesin darbeyi vuran Serbest Fırka olayıdır.

Türk toplumunda şiddeti “Üç Korku Sendromu” ile tanımlar Kıvanç: irtica, bölücülük, komünizm… Şiddetin ana cevherinin devlet-toplum ilişkilerinde yuvalanması açısından bu “Üç Korku Sendromu”nun önemi şuradadır: bu, toplumun en küçük kıpırtısı karşısındaki devlet refleksinin daha baştan paranoya sınıfına sokulabileceği halet-i ruhiyeyi yaratmıştır. Bu ruh haline “düşmanla çevrili etrafımız”ın katkısını da unutmamak gerek tabii. Devlet kendine yanaşmaya çalışanı “tesirsiz hale” getirmeden onunla ilişki kuramayan bir yabani yaratık gibi davranmaktadır. Her an oturduğu yerde dinamitlenmekten korkmaktadır. Hâlâ yıkılabileceği endişesini taşımaktadır. Bunların sebebi, başlangıçta devleti yeniden organize eden kadronun, toplumla uzlaşarak, geniş kesimlerin varlık-kimlik kavrayışlarını hesaba katarak, tepesine dikildiği ülkenin harcını doğru analiz edip, komplekssiz bir bütünleşme politikası izleyerek davranmamış, bunların tam aksini yapmış oluşudur.” (1)

Düşük yoğunluklu denilen savaşların pek çoğu, uzun süren muharebelerdir ve tüm bir bölgeyi ya da ülkeyi bir savaş sahnesine çevirir: Yalnızca sivil halkı yok etmekle kalmaz bu savaşlar; yasa ve düzenin, iktidarın kamu denetiminde olmasının sona ermiş olmasından kâr etmek için alabildiğine çabalayan suç örgütlerinin de yardımıyla uzun dönemli ekolojik zararlara da yol açarlar.

Şiddetin Meşrulaştırılması

Kişinin, şiddete başvurmasının meşru görülebileceği zamanlar ve bağlamlar var mıdır? Şiddet kullanmaya ya da kullanmaktan kaçınmaya karar vermek, felsefi anlamda bir yargı meselesidir. İktidarla ilgili siyasal erekler için şiddete başvurma ya da başvurmama kararı, ister hanede ister savaş meydanında olsun, daima risklidir; sürekli kafa karışıklığı ve niyetlenilmeyen sonuçlar doğurma riski taşır.

Şiddetin insanları yaraladığını ve “karşılıklı diyalog yoluyla önlenebileceğinden, gereksiz” olduğunu ileri sürenler, kendilerini ve başkalarını tehlikelerden korumak için şiddet dışında başka hiçbir araca sahip olmayan insanların eylemlerini etik bakımdan değerlendirmek zorunda kaldıklarında da, bu tür şiddeti anlaşılabilir, ancak ahlaken yanlış bulmaktadırlar. Şiddetin eğer haksız bir cezalandırmayı veya adaletsiz bir tutumu gidermek ya da böyle bir şeyin intikamını almak için kullanılmışsa, uygun bir araç olduğu kanısındadırlar.

Şiddeti bir problem çözme aracı olarak kullanan herkes, ona meşruiyet kazandırmak ihtiyacını hisseder. Şiddet ne canavarca, ne de akıldışıdır. Doğal insan duygularındandır ve insanı buna karşı tedavi etmek, onu insanlıktan çıkarmak ya da hadım etmek anlamına gelir. Yaşayacağı trajedi, yüz yüze geldiği güçlükler karşısında tırnakları çekilerek vahşi doğaya bırakılan bir kedinin çaresizliğine benzer.

Olumlanabilir iki şiddet türünden söz edilebilir. Bunlardan ilki “meşru müdafa” amacıyla gerçekleşmiş olandır. İkincisi ise “erotik şiddet”tir. M.Mukadder Yakupoğlu “Erotizmde Şiddet ve Ahlak İlişkisi” isimli makalesinde erotik nitelikler taşıyan şiddeti şöyle açıklıyor:

 

“Cinsellik içgüdüsü diğerinin bedenine müdahaleyi içermektedir. Bedenlerin birbirini çekmesi gönüllü şiddet oluşumlarına yol açar. İnsanlar şiddeti yaşamak zorundadırlar. Yoksa erotik coşkuyu hissedemezler.” (2)

Kimse meşru müdafa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgulamaz.

İktidarın yerine şiddeti koymak zafer getirebilir, ama bunun bedeli çok yüksektir. Zira bu bedeli yalnızca yenilenler ödemez, muzaffer olanlar da iktidarlarıyla öder bu bedeli. Hele muzaffer taraf anayasal hükümetle yönetiliyorsa. İktidarsızlığın şiddeti beslediği sıkça söylenir. İktidar kaybı, iktidarın yerine şiddeti ikame etme yönünde bir hırs haline gelebilir.

Ne var ki milliyetçilik sadece “Öteki” fobisiyle ayakta durmaz. Kibirli bir şekilde “Öteki”ni aşağılık, işe yaramaz ve değersiz göstermeye bayılacak kadar mağrurdur da. “Öteki”, saygı gösterilmeye veya tanınmaya değmez; çünkü kokan nefesi, garip yemekleri, hiç de sağlığa uygun olmayan alışkanlıkları, yüksek sesli ve alışılmamış müziği, anlaşılmaz sözlerle dolu garip dili onu bizim dışımıza ve ötemize yerleştirir. Öyleyse isterse ülkemizin bir bölümünde yaşayanların yerleşimcilerin çoğunluğunu veya azınlığını teşkil etsinler, “Ötekiler”in pek az hakkı olabilir. Ulusun tek bir mensubunun olduğu her yerde Ulus da var demektir. Lenin’in vurguladığı gibi, büyük işgalci bir ulusun milliyetçiliğiyle işgal edilen küçük ulusların milliyetçiliğinin birbirinden ayrılması gerektiği ve işgalci ulusun her zaman daha çirkin ve daha suçlu olduğu bir gerçektir… Ne var ki bütün bu farklılıklara karşın milliyetçilerin hepsi de, at gözlüklerine mahkûmdur. Bu da milliyetçileri “Öteki”yle alay etmeye, “Öteki”ne çamur atmaya, ona aşağılayan adlar takmaya, kurumsal yapılarda onu dışlamaya, azınlık dillerinin kamusal kullanımını yasaklamaya (dil katli), hatta aşırı durumlarda homojen bir ulusal ülke yaratmak için “Öteki”ni vahşice ortadan kaldırmaya sürükler.

Şiddet kavramı, dini ve dünyevi kültürlerden, kutsal savaşlara kadar uzanan geniş bir düzlemde ele alınmalıdır. Hintli Nobel Ödülü sahibi, düşünür ve yazar Tagore, şöyle demiştir:

 

“Ulus olma ideası, icat edilen en etkili uyuşturucu maddedir. Yoğunluğunun etkisi altında bütün bir ulus neredeyse sistematik bir şekilde ahlaki çöküntüsünün farkına varamadan, bu tehlikeli bencilliğe tutsak olur. Genel bir hukuk bilincine sahip olan her toplumun; kin, yalan, casusluk veya cinayet olarak nitelendirdiği olgular, ulus belirlemesinin soyut bir ilkesi uğruna gerçekleştirildiği anda, haklı eylemler olma niteliği kazanır. Böylece bir anlamda vicdana, yani üst benliğe uyuşturucu verir. Öyle durumlar vardır ki, uluslar bireylerinden (şiddet içerse bile) ulus adına davranmalarını isterler ve hatta bunu emrederler. Böylece şiddet eylemi de meşrulaştırılmış olur.”

Artun Ünsal, Cogito’nun “şiddet” konulu sayısında “Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi” isimli makalesinde şiddetin toplumun bütün kesitlerinde yer aldığını şöyle dile getirir:

 

“Ebeveyn dayağından koca dayağına, okul dayağından polis dayağına, mahalle kavgasından stadyum kavgasına, babaya başkaldırıdan topluma başkaldırıya, teröre, insan haklarının ihlallerinden, kronik işsizlik ve enflasyona, şiddet her yerde.” (3)

Roger Caillois, şiddet karşısında kimi barışseverlerin zorba jandarma masalına sıklıkla başvurduğunu, oysa sorunun kökeninde topluca bir boyun eğişin yer aldığını, bu çevreleri topluca boyun eğişin altındaki nedenleri aramaya davet eder. Çünkü şiddet, bu yolla zımni bir meşruiyet kazanmaktadır.

 

“Barışseverlerin jandarma masalından hoşlanmaları, bir masanın etrafına dizilmiş bir buçuk düzine saygıdeğer kişinin kararı doğrultusunda, insanların ölüm tehlikesini göze aldıklarını ve başkalarını öldürmeye çalıştıklarını düşünmeyi redetmelerinden ötürüdür. İktidara duyulan güveni sarsmak ve olayları anlaşılmaz kılmak için kendilerini bu şekilde ifade ederler. Çünkü bu kişiler herhangi birileri değildir. Onlar hükümettir yani açıklanması gereken şu iktidar kavramının ta kendisidirler. Geriye yalnızca bir savaş ilanı, genel bir seferberlik ve milyonlarca insanın yaşamlarını tehlikeye sokan bu kararlara topluca boyun eğişi kalır. Gerçekte bütün bunla, iktidarın görünümünün ya da büyülü gerçekliğinin en açık gösterimlerinden birini sunmaktadır.” (4)

Günümüz siyasal bilimcilerinden F.R. von der Mehden, şiddet eylemlerine kimlerin katıldığını, kökünde yatan başlıca nedenleri ve amaçlarını araştırırken 6 tür şiddet eylemi saptadığını söylüyor: Bunlardan birincisi ülke kültüründen kaynaklanan şiddet eylemleridir. Yazara göre, ülke kültüründe saklı bu şiddet potansiyeli, ırksal, etnik, dinsel, bölgesel çeşitlilik içinde, çıkar çatışmalarının yüzyıllar boyu süregeldiği bir ortamda içe dönüklük, yabancı düşmanlığı, sevgi ve nefret duyguları bileşimi olarak ortaya çıkan gerginlikleri ve çeşitli şiddet eylemlerini simgeler.

Von der Mehden ikinci grup içinde devrimci ve karşı-devrimci şiddet eylemlerini ayırt etmektedir. Üçüncüsü ise, askeri darbelerin yol açtığı şiddet eylemleridir. Öğrencilerin şiddet eylemlerini dördüncü tür olarak gösteren yazar, ayrılıkçı şiddet eylemlerini beşinci ve son olarak da seçim dönemlerinde patlak veren eylemleri altıncı grupta toplamaktadır. (5)

Kadına Yönelik Şiddet

Birleşmiş Milletler’in 1993’te yayımlanan “Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi Bildirisi” bu şiddet biçimini, “cinsiyete dayalı ve kadınlarda fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü sonucunu doğuran veya bu sonucu doğurmaya yönelik özel yaşamda veya kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı veya özgürlüğün keyfi bir biçimde engellenmesidir” biçiminde tanımlanmaktadır. (6)

Kadın haklarının en gelişkin olduğu Kanada, A.B.D. ve Kuzey Avrupa ülkelerinde ırza geçme oranlarının resmi kayıtlara yansıyanın on katı olduğu düşünülmektedir. Gene İngiltere’de, her yedi kadından biri eşinin tecavüzüne maruz kalmaktadır. ABD’de her 18 dakikada bir kadın dövülmekte ve altı dakikada bir kadının ırzına geçilmektedir. Türkiye’de ise evli her dört kadından birinin dayak yediğine dair PİAR araştırmasının asıl metnini bulmak mümkün değildir. (7)

Aile içinde şiddete uğrayan kadın, hemen en yakın emniyet amirliğine giderek mutlaka tutanak tutturmalı, tutturduğu tutanağın bir örneğini almakta ısrar etmeli (veya hiç değilse tarih numarasını almalı), kendisini adli tabibe sevk ettirmeli ve adli tabipten, maruz kaldığı şiddet sonucunda günlük işlerini kaç gün yapamayacağını gösterir bir rapor almalı, bu raporu da mutlaka (eğer hemen kullanmayacaksa) saklamalıdır. Rapor şiddet uygulayan erkek hakkında açılacak davanın hangi mahkemede açılacağına ve saldırgana uygulanacak ceza miktarına esas olacaktır. (8)

Şiddet büyük ölçüde aileden ve geleneksel terbiyeden almaktadır gücünü.

“Yıllarca ailede fiziksel saldırıya maruz kalmış ve buna katlanmış kadınlar üzerinde yapılan araştırmalar, bu kadınların çocukluklarında üç çeşit anne-baba kombinezonuyla yetiştiklerini göstermektedir: Birinci kombinezonda, farkında olmadan herkesi ve her şeyi kontrol eden ve sadece evin reisi olarak görünen, başka bir kuvveti olmayan babalar görülmektedir. İkinci kombinezonda, her şeye boyun eğen itaatkâr anneler ile diktatör gibi davranan babalar vardır. Üçüncü ve son konbinezonda ise, ana şekillenme, ruhsal bozukluğa sahip anne ve üvey babadan oluşmaktadır.

Kadına karşı şiddete başvuran erkekler üzerinde kapsamlı araştırmalar yapılmıştır. Bu erkeklerin çoğunda aşırı güvensizlik duygusu göze çarpmaktadır. Bu erkekler, bu duyguyu bilinçaltında tutmak için maço görünürler, aşırı saldırgan davranırlar; her şeyi bildiklerini iddia ederler; her zaman özerkliklerine tecavüz edileceği korkusunu yaşarlar. Kendileri şiddete maruz kalmadan ilk darbeyi vurma telaşındadırlar. Narsisistik yaralanmaya eğilimleri çok fazladır. Aşırı bağımlıdırlar. Eşlerinin bakımına muhtaçtırlar. En küçük bir ayrılma, boşanma tehdidi bu erkekleri paniğe sokar. Eşini veya sevgilisini sürekli aşağılayarak kendi özgüvenlerini yüksek tutma eğilimindedirler. Bu erkeklerin özgüven eksikliği ev dışındaki yer ve zamanlarda –işte, patronuyla ilişkisinde, arkadaş gruplarıyla beraber- sarsıntılar, yıkımlar yaşamasına sebep olur. Erkekler bunların acısını birlikte yaşadığı kadından çıkarıp, özgüvenini, özsaygısını ayakta tutmaya çalışır….Bazı erkekler dayak olayından sonra suçluluk duygusuyla eşlerinden inandırıcı bir şekilde özür diler, onları ne kadar sevdiklerini göstermeye çalışırlar. Ne var ki, bu özürler ve sevgi gösterileri bir sonraki dayak olayını önleyemez. Bu gibi durumlarda hem dayak yiyene, hem de atana psikolojik yardım gerekmektedir. (9)

Şiddetin Tarihsel Kökenleri

Yönetsel açıdan şiddetin bir iradi eylem olduğu ve ancak otoriteyi elinde tutanlar tarafından kullanıldığı ileri sürülmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar yöneten yönetilen ilişkisi bağlamında şiddeti şöyle tanımlar:

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı’nda bizde romanın ve lirik şiirin 19. yüzyıla dek niçin ortaya çıkmadığını irdelerken ileri sürdüğü gibi, Partlardan Bizans’a, oradan da Osmanlı’ya geçen bu devlet felsefesi sonucunda, “Şark’ta bir tek kişinin özgür iradesi olmuştur: firavunların, sultanların, halifelerin, şahların…. Baştaki bu tek iradenin dışında kalanlar ise, vezir-i âzamdan en uzak yerdeki insana kadar, tek bir statü içinde, kulluk statüsü içinde yer almışlardır… Efendi/köle ilişkisinin bu yoğunlukta biçimlendiği Şark’ta, “Kölelik ya da kulluk yalnızca bir konum, bir durum olmakla kalmamış; ikbale giden yolun da başlangıcı olmuştur. Batı toplumlarında da bu durum halk açısından yüzyıllarca pek farklı olmamıştır. Ama oralarda 1150 yıllarında bile Salisburyli John gibi bir piskopos (ve papalığın protokol işleri sorumlusu) çıkıp, “Krala itaat elbette ki Tanrıya itaattir. Ancak hükümdarlar kadar, onların tebaası olan sıradan insanlara da eşit olarak insan olma onuru bahşeden Yüce Tanrının bunu böyle yapmasına rağmen tebasının insan olma onurunu yok sayacak şekilde hükümdarlık yapan krallara itaat etmek değil, etmemek Tanrıya itaattir” diyebilmiştir…” (10)

Okul kitaplarında tarih, bir tür savaşların ve şiddetin tarihidir. Bu yüzen de tarih ve şiddet birbirine koşutluklar içerir gibidir. Halil Berktay şiddet ve tarih arasındaki ilişkiyi şöyle ele alır:

“Denilebir ki tarih, şiddetin sonuçlarının, insanların şiddeti denetim altına alma çabalarının ve bunu yaparken yeni yeni şiddet biçimleri üretmelerinin tarihi. Benim için tarihi şiddet dışında düşünebilmek tümüyle olanaksız. Yani şiddetin tarihte o kadar yaygın ve derin bir varlığı var ki, insan toplumunun tüm ilişkilerinin ve kurumlarının içine o kadar yoğun bir biçimde sinmiş ki –bunu bir değer yargısı olarak söylemiyorum; bir bakıma kızarak söylüyorum- insanlık tarihini ve toplumu, en azından bugüne kadar varolan toplumları, şiddet dışında düşünmek olanaksız. Her hücresinden tarihin şiddet fışkırıyor.

Devletin ortaya çıkışı şiddetin icadı demek değil tabii, ama beraberinde yeni şiddet türleri ve kategorileri getiriyor devlet. Şiddet tekeli ve dolayısıyla belirli yeni kullanım tarzları getiriyor.” (11)

Devlet Şiddeti

Kamusal alanda gerçekleşen şiddetin çoğu zaman devletin olanakları kullanılarak gerçekleştirildiği öne sürülür. İdeolojik tahakkümünü baskı aygıtları ile gerçekleştiren devlet bunu yaşama geçirirken sıklıkla şiddete başvurur. Devletin şiddet araçlarını tekeline alması gerektiğine, dahası gerçekten de aldığına hâlâ inananlar için, şiddet sorunu yoktur.

Dane Archer ve Rosemary Gartner de şiddet ve özellikle devlet eliyle gerçekleştirilen “devlet şiddeti”nden söz ederek şunları söyler:

 

“…Cinayet ve saldırganlık konularına ilişkin tartışmalarda resmi şiddete neden rastlanmamaktadır? Akla ilk gelen açıklama, savaş ve diğer resmi şiddet biçimlerinin devlet meşruluğu gibi bir kılığa bürünmesi bakımından apayrı bir olgu olmasıdır. Uçaklar bir köyü bombaladığında, Birleşik Devletler’in CIA’yi yabancı liderleri öldürtmek için suikastçı kiraladığında, bir polis bir yağmacıyı vurduğunda, hapishanedeki idam mangası hüküm giymiş bir katili öldürdüğünde ve Ulusal Muhafızlar protestocuları engellemek için öldürücü silah kullandığında, bu öldürme eylemleri alınan emirler sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu emirler kaynağını hiyerarşik bir örgütten alır; seçilen ya da atanan memurlar tarafından verilir ve öldürme eylemini gerçekleştiren üniformalı görevliler tarafından kolektif olarak yürürlüğe konur. Durum ne olursa olsun sonuçta ortaya çıkan ölümler, birtakım resmi hedeflere ulaşmak –yabancı bir ideolojinin yayılmasını önlemek, özel mülke verilen zararı önlemek, müstakbel potansiyel katilleri caydırmak veya devlet politikasına karşı çıkanları denetim altına almak için gerekli ölümler olarak betimlenir. Resmi şiddet, ayrıca, misilleme “yasadışı” şiddete veya sözde yasadışı şiddet tehditine karşı bir cevap olmasıyla da savunulur. Bu nedenle resmi öldürme eylemleri, devletten alınan emirler sonucu ortaya çıkmasıyla yasadışı şiddetten ayrılır ve kolektif olarak hareket eden birkaç aracı tarafından uygulanır ve birtakım yüce amaçlara hizmet etmesi bakımından da savunulur..” (12)

Şiddetin tarihsel geriplanı incelenirken bu konu ile ilgilenen araştırmacılar daha çok bu olgunun bireysel boyutunu ele almış, iktidarı keyfi bir şekilde kullanan devlete yönelik araştırmalara pek yönelmemiştir.

 

“Toplumsal alanda çalışan bilimadamları geçmişte, şiddetin taklit ya da model alma yoluyla üretilebileceğine dair oldukça etkileyici deneysel kanıtlar biriktirmiş olmalarına karşın, devletin –geniş yetke ve kaynaklarıyla- en güçlü modeli oluşturabilmesi olasılığını genelde ihmal etmişlerdir. Kişilerin özel davranışlarında görülen devletin bu güçlü etkisi, 1928’de Amerikalı Yargıç Louise Brandeis’in: “Hükümetimiz, her yerde her zaman hazır ve güçlü olan bir öğretmendir. Tüm insanlara, iyi ya da kötü kendi gösterdiği örnekleri öğretir. Suç bulaşıcıdır. Yasayı bozan hükümetin kendisi olursa, bu durum yasaların aşağılanmasını doğurur.”  (13)

Şiddet ve saldırganlık güdülerinin insanın doğasında bulunduğunu öne sürenlere katılmayan Dane Archer ve Rosemary Gartner, şiddeti daha çok öğrenilen bir edim olarak ele almaktadır.

 

“Saldırganlık öğrenilmiş bir toplumsal davranış biçimi gibi gözükmekte ve, tüm diğer faaliyet türlerinde olduğu gibi aynı biçimde edinilmekte; aynı toplumsal, durumsal ve çevresel faktörlerden etkilenmektedir. Kısacası saldırganlık genetik ya da içgüdüsel bir biçimde önceden var olan bir şey değildir, gerçekte ortaya çıkışını teşvik eden –ve harekete geçiren- koşullar karmaşasından doğar.” (14)

Ankara Dostları adını taşıyan ortak kitapta farklı kimlik ve kişiliklere tahammülsüzlüğün yabancı düşmanlığına ve toplumsal yabancılaşmaya yol açtığına dikkat çekerek bunun da şiddeti beslediğini öne sürmektedir:

 

“Dar kimliğe çekilerek bireysel moral değerlerini bırakan insan, “klan”ın toplumsal ahlakına boyun eğmek zorunda kalır. Kimliğin dışındakileri, “öteki”, “başka”, dahası “düşman” görmeye başlar. Soyuna yabancılaşarak, kendisinde olmayan kutsal, kahraman, yüce vb. farklılıklar duyumsar. Benzerliklerini görmezden gelir. Artık kendisi kahraman Komançi, Siyu ya da Çeyen; başkaları ise yok edilmesi gereken düşmandır. Çünkü düşmanlar hep alttan alta kabilesine kötülük etmek için durmaksızın tuzaklar kurmaktadır. Şiddetin kaynağı olan korku, kuşku, mutsuzluk, din, ırkçılık, doyumsuzluk, zedelenmiş onur, baskı, sömürü, abartılı toplumsal moral değerler vb. hepsine kavuşmuştur artık. Bağnazlaşma nedeni olan tabulaştırılmış ayrılıklarına yaslanıp saldırır. Topluluğu büyükse, şiddetin en ahlaksız olan savaşa tutuşur… Yaygınlaşan şiddetin kaynakları ise çok yönlüdür. Korkunç boyutlardaki işsizlik, gelecek güvensizliği, uzlaşma kültüründen yoksunluk hemen her katmana egemen olmuştur. Hoşgörüyü dışlayan yıkıcı bağnazlık, doyumsuz bencillik, kırsal kesimlerden kente gelmiş kimselerin yeni topluma uyum sağlayamamaları, ekonomik umarsızlık, kör inançlara ve törelere bağlılık, cinsel açlık, cahillik ve eğitimsizlik; insanlarımızı hep şiddete yöneltiyor… Hülagû Han’ın işgal ettiği Bağdat’ta yaptığı “tahribat”, dünyanın büyük kütüphanelerinden birinin Dicle’ye dökülmesiyle sonuçlanmıştır. Derler ki nehir günlerce mürekkep akmıştır… Yavuz Sultan Selim’in 90 bin “Şii”yi Çaldıran Seferi öncesinde kılıçtan geçirmesi, vahşetin bir başka örneğidir.Cengiz Han’ı, Timur’u bu toplumdan ayrı tutamayız.” (15)

Şiddet ve Savaş

Şiddet kabaca daha önce “huzur içinde yaşayan” bir kişinin bedenini, bilerek ya da kısmen bilerek, o kişinin istenci dışında fiziksel olarak ihlal etmek biçiminde tanımlanmaktadır.

Savaşın insanlıkdışı yüzünü sergileyen şu sahneleri gözünüzün önüne getirmeye çalışın:

 

Gelecek yüzyılın tarihçileri, bu yüzyılın şiddet kasırgalarına karşın ayakta kalmak için mücadele veren cesur kişilerin öykülerini kaydedeceklerdir: Gettolarda tünel kazanların, kendilerini imha etmeye çalışanların planlarını boşa çıkarmaya azmedenlerin; kaybedilen yakınlarının adlarını üstüne yazdıkları beyaz başörtülerini başlarına örtüp, terörist bir devletin gölgesinde sessizce yas tutan kadınların; evlerinin, tarlalarının yakılıp yıkılmasına ağlarken, istilacıların mahsullerini talan etmemesi için dua eden “etnik temizlik” kurbanı kadın ve erkeklerin öykülerini… Bu tür öyküler, gelecek kuşakların dikkatlerini çekecektir, ama yalnızca, tarihçilerin altını çizmek zorunda kalacağı muazzam vahşet nedeniyle: Toprak ve insan etinin karışarak pembe-gri bir çamura döndüğü Somme siperleriyle; cesetlerin yakılıp yeniden işleme koyularak barut yapılması, bu barutun da gelecekteki olası düşmanlardan yeni iskeletler çıkarmak için kullanılmasıyla; parlayışı güneşten daha yakıcı olan bir bombanın etkisiyle insanların üzerinden akan etlerle ve şişmiş yüzlerle; elektrot, şırınga ve rektoskop (kurbanın anüsüne kemirici ve tırmalayıcı fareler yerleştirmek için özel bir alet) gibi insanlıkdışı aletlerle silahlanmış işkenceciyle; genç kadın ve erkeklerin uyuşturulmuş ya da katledilmiş bedenlerini helikopter ve uçaklardan aşağıdaki derin okyanusa fırlatan subaylarla simgelenen vahşet. (16)

Şiddet”, belirli eylemleri yapanlardan çok onların tanığı ya da kurbanı olanlara ait bir kelimedir. Oysa gereken yapmayı kavramak ve açıklamaktır.

Şiddet teriminin İngilizcede ortaçağ sonlarındaki en eski kullanımına kadar götürebileceğimiz artık geçerli olmayan çağrışımları vardır. Latince violentia’dan gelen eski İngilizce kullanımda terim, birisine karşı “fiziksel güç kullanımını” belirtiyordu; bu, sonuçları bakımından belirli türden bir güç kullanımıdır: Fiziksel güç kullanımının sonucu, buna maruz kalanın “rahatsız” olması, “alıkonması”, “kabaca ya da sertçe müdahaleye uğraması”, “dokunulmazlığının bozulması, onurunun kırılması ya da kirletilmesidir.”

Şiddet, bir grubun ve/ya bireylerin başkalarının bedenlerine yönelttiği şok, çürük, çizik, şişme ya da yitirilmesine, hatta ölüme dek uzanan bir dizi sonucun ortaya çıkmasına neden olabilecek nitelikteki, istenmeyen fiziksel müdahaleler olarak ele alınırsa, daha iyi anlaşılabilir. Şiddet, elbette insanın kendi kendisine yöneltmiş olduğu bir biçime de bürünebilir (intihar ya da gönüllü ötenazide olduğu gibi). Ancak her durumda şiddet, şiddete maruz kalanın, “ötekiliği” kabul edilen, saygı gören bir özne olmaktan çıkarılıp sadece (potansiyel olarak) bedenine zarar verebilecek, hatta ortadan kaldırabilecek bir nesne olarak ele alındığı ilişkisel bir eylemdir.

Rusların Çekoslavakya’yı işgalinden hemen sonra, Ocak 1969’da Jan Palach’ın Wenceslas Meydanı’nda kendini cesurca yakması ve hastanedeki ölüm döşeğinden diğer insanların da işgale çeşitli barışçı yollardan karşı koyması yönündeki çağrısı, bireyin kendi bedensel bütünlüğünü ihlal etmesinin dramatik bir örneğidir. İntihar, paradoksal bir biçimde, intihar etmiş olan kimsenin bir tür ölümsüzlük payesi kazanarak zamanın ötesinde asılı kalmayı ve başkalarınca onurlandırılmayı sağlama almak için giriştiği kamusal bir olumlama eylemi bile sayılabilir.

Kolektif şiddet hareketlerinin, adaletsizliğe uğrayanların manevi gücünü yükselttiği; onlara, kendilerine karşı şiddet kullananlara karşılık verme cesareti aşıladığı; hatta onların, düşmanlarına karşı katliama kalkışmaksızın zafer kazanmasıyla sonuçlandığı zamanlar ve yerler olmuştur.

Hannah Arendt “Şiddet iktidarı yıkabilir; ama hiçbir şekilde yaratamaz” der. Arendt, şiddetin doğası gereği araçsal olduğunda ısrar eder. Bütün araçlar gibi şiddet de, her yerde ve her zaman yönlendirilmeye ve haklılaştırılmaya ihtiyaç duyar. Bu da araçlar-amaçlar ayrımının farkında olarak düşünen ve eyleyen bir grup insanın varlığını önceden kabul etmeyi gerektirir. Arendt, pratikte şiddet ve iktidarın genellikle iç içe bulunduğunu itiraf eder. Ama kuramsal ayrım ve iktidarın şiddete önceliği üzerindeki ısrarı kolayca barışçı bir yanlış yorumlamaya yol açabilir; çünkü bu bakış açısı , şiddet ve iktidar arasında pozitif bir ilişkinin olduğu bazı olaylara gereken önemi vermez; üstelik en az bunun kadar önemli başka bir yanılgıya daha düşer.

Şiddet, belirli bazı koşullarda umutları yükseltmeye, her şeyin daha farklı olabileceği bilincini yaratmaya ve eylemcilerin her birlikte aynı gemide oldukları hissini güçlendirmeye eğilimlidir. Bu durum, bazı çağdaş düşünürleri, şiddeti yüceltmeye sürüklemiştir.

Şiddet, vahşi bir ata benzer. Onu sürmeye kalkanlar, ciddi yaralar alıp bu arada önlerine çıkanlara da zarar vererek kendilerini yerde bulabilirler.

Günümüzde şiddet konusundaki bir siyasal kuram, hem pasifizmi hem de şiddet fetişizmini reddetmek durumundadır. Çünkü her iki konum da aynı felsefi, stratejik ve taktik mutlakçılığa teslim olmakta; bu yüzden yine her ikisi de zaten çok karmaşık olan etik-siyasal meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmekte, hatta insan ilişkilerinde şiddet olasılığını artırmaktadır.

Şiddetle ilgili konularda, sivil toplum taraftarları, şiddetin normalde –ama her zaman değil- medeniyetle (sivillikle) çeliştiğini ve medeniyeti aşındırdığını kabul etmelidirler. Şiddetin, uzun yüzyılının sonunda, akılcı bir siyasal düşünce şiddetin romantikleştirilmesine kuşkuyla bakmalıdır.

Marx’ın (Das Kapital’de ana hatlarıyla ortaya koyduğu) “yaşanan tarihte en büyük rolü utanmazca oynayanlar istila, köleleştirme, soygun, cinayet, kısacası şiddettir” savı ile “yeni bir topluma gebe her toplumun ebesi şiddettir” iddiası, bugüne kadar çağdaşlığın tüm aşamalarına özgü olan bir inanışın, yani şu ya da bu biçimiyle şiddetin insani olaylarda kaçınılmaz olarak hazır bulunduğu inanışının iyi bir örneğidir. Lenin’in “yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız” ya da Mao’nun “siyasal iktidar, bir silahın namlusunda büyür” sözlerinde dile getirilen bu çağdaş inanış, Hıristiyan Kutsal Savaşı öğretilerinin sekülerleşmiş bir yeniden doğuşu gibi görülebilir; şiddetin, mutlak araçsal olması gerektiği, bu aracı haklı kılacak ve sınırlayacak nitelikte bir amaca daima gereksinim duyan bir araç olduğu yolundaki “haklı savaş” öğretisi, 11. yüzyıldan sonra çatırdamaya başlamıştır. (17)

İnsanın koyun olduğuna inanan birçok kimseye karşılık, kurt olduğuna inanan başkaları da vardır. Her iki taraf da kendilerini haklı çıkaracak iyi destek noktaları bulabilir. İnsanın koyun olduğunu savunanların, insanların zararlı bile olsa, kendilerine söyleneni yapma konusunda kolayca etkilendiklerine; önderlerinin peşine takılıp yıkımdan başka bir şey getirmeyen savaşlara sürüklendiklerine; yeterli canlılıkla ortaya konması ve iktidar tarafından desteklenmesi koşuluyla her türlü saçmalığa inandığına dikkati çekmesi yeter. İnsanların çoğunluğu, fikirlerini çelmeye yetecek kadar tehditkâr veya tatlı olan bir sesle konuşan birisine kendi iradesini teslim etmeye gönüllü, telkine açık, yarı uykulu çocuklar gibi görünür.

Büyük engizisyoncular ve diktatörler, sistemlerini işte bu insanın koyun olduğu varsayımı üzerine kurmuşlardır. Ama eğer insanların çoğu koyunduysa neden insanın yaşamı koyununkinden o kadar farklıdır? Tarihi kanla yazılmıştır; bu, insan iradesinin kırılması için neredeyse değişmez bir şekilde güç kullnıldığı kesintisiz bir şiddet tarihidir. Talat Paşa milyonlarca Ermeniyi tek başına mı yok etti? Hitler milyonlarca Yahudiyi tek başına mı yok etti? Stalin milyonlarca siyasi düşmanını tek başına mı yok etti? Bu insanlar yalnız değildi; onlar adına öldüren, onlar adına işkence eden ve bunu da sadece isteyerek değil, zevkle yapan binlerce adamı vardı.

İnsandaki yıkıcı güçleri küçümsemek insan doğasına ilişkin önemli bahsin etrafından dolanmak anlamına gelir. Savaşlar, toprak, doğal kaynaklar, ticarette avantajlar kazanmak; başka bir güç tarafından ülke güvenliğine yönelen gerçek veya sözde tehditleri bertaraf etmek ya da kendi kişisel prestij ve karizmalarını artırmak gibi nedenlerle siyasi, askeri ve ticari otoritelerin verdiği kararların bir sonucudur. Küçük düşürülmeyle sarsılmış olması halinde güçsüzlerin ve sakatların yaralı özsaygıyı onarmalarının tek bir yolu vardır: “dişe diş, göze göz” yasasına göre intikam almak.

Her ne kadar ayaklanmaların ve silahlı saldırıların aynı ülkelerde ortaya çıkma eğilimi bulunuyorsa da, farklılıklar benzerliklerden daha ağırlıktadır. Ayaklanmalarla ilgili kayıtların incelenmesi bize etnik temelli ayaklanmaları bastırmada hükümetlerin daha fazla öldürücü güç kullanma eğiliminde oldukları izlenimini vermektedir. Bunun nedeninin daha çok kişisel korkudan mı veya ayaklananlardan kendilerini daha çok uzak hissetmeleri mi veya isyancıların daha fazla şiddet kullanmalarına bir tepki mi olduğu açık değildir. (18)

Büyük çaplı haksızlıklar karşısında “hepimiz suçluyuz” diyerek tepki vermek moda haline geldi. Dahası bu tür “itiraflar”, ırkçılığı tehlikeli ve şaşırtmacalı bir şekilde daha yüksek, daha az elle tutulabilir yerlere kaydırmaktadır. Siyahlarla beyazlar arasındaki gerçek çatlak, toplu masumiyetle toplu günahkârlık arasında uzlaşması daha zor bir çatışmaya dönüştürmekle tedavi edilemez. “Tüm beyazlar suçludur” sözü yalnızca tehlikeli bir saçmalık değil, aynı zamanda tersine ırkçılıktır; siyah nüfusun gerçek şikayetleri ve rasyonel heyecanları için irrasyonel bir boşalma alanı yaratmakta, gerçeklikten kaçışa yöneltmektedir.

İktidar ve şiddet ilişkisi tersine evrildiğinde sorun çözümlenmemiş, farklı bir boyutta yeniden yaratılmış olur. Pareto’nun Dreyfusçuları tanımlarken kullandığı şu sözcükler şiddetle farklı bir hesaplaşmanın gerektiğine dikkat çeker: “muhaliflerine karşı, bizatihi kendilerinin daha önce kınadıkları aynı vahşi yöntemleri kullanmalarını görünce şaşkına düşmüşlerdi.”

Şiddet araçlarının teknik gelişimi öyle bir noktaya geldi ki hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları içinde, bu araçların yıkıcı potansiyeline denk değildir; ne de silahlı çatışmalarda bu araçların fiilen kullanımını haklı kılabilir. Çünkü muhtemel bir savaşın galibi olmayacaktır. Harvey Wheeler’a göre “İçlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu olacaktır.”

Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı egemenliğinden azade olma hali ve devlet egemenliği, uluslararası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiasıyla özdeşleştirildiği sürece, savaşı ikame edecek başka bir yolun ortaya çıkması da olanaklı değildir.

Tarih ve siyaset üzerine düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde daima oynayageldiği muazzam rolün ayırdına varmaktan kendini alıkoyamaz. Durum böyleyken şiddetin nadiren özellikle konu edinilmiş olması ilk bakışta şaşırtıcıdır. (Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin son baskısında şiddet konusuna ayırılmış bir başlık bile yoktur.) Rus fizikçi Sakharov’un deyişiyle “Termonükleer bir savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi gibi görülemez. Ancak evrensel intiharın bir yolu olarak görülebilir.”

Yeni Sol’un olup bitenler karşısındaki ilk tepkisi şiddetin her türüne karşı çıkmak ve şiddete dayalı olmayan siyaseti sorgulamaksızın desteklemek oldu.

Stephen Spender’ın dediği gibi gelecek “Gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tiktaklarını duyuyoruz.” Sıklıkla sorulan “bu yeni kuşak kimlerdir” sorusuna verilecek en iyi yanıt: “Saatin tiktaklarını işitenler.” Onları tümüyle inkar edenler kimlerdir sorusunun yanıtıysa şu olmalı: “Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler.” (19)

Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” adlı yapıtında şiddetin nesnesi haline dönüştürülenlerin beklentileri şöyle dile getirilmektedir:

Tecavüze uğrayanın şiddeti düşlediğinden, mazlumun “hiç olmazsa güneşin doğduğu bir gün” zalimin yerini almayı düşlediğinden, yoksulun zenginin mülkünü düşlediğinden, baskı altındakilerin “av rolünü avcı rolüyle değiştirmeyi” ve son krallığı, “sonuncunun birinci ve birincinin sonuncu” olacağı o mutlu ülkeyi düşlediğinden kim kuşku duyabilir.

Düşünüyorum da, siyasalbilim terminolojisinin “iktidar”, “güç”, “kuvvet”, “otorite” ve nihayet “şiddet” gibi anahtar terimler arasında ciddi ayrımlar yapmaması üzüntü vericidir. Tüm bu terimler birbirinden ayrı, farklı fonemleri imler ve eğer böyle olmasaydı varlıklarının bir nedeni de olmazdı. İktidar, güç, kuvvet, otorite, şiddet –tüm bunlar, insanın insan üzerindeki egemenliğinin araçlarından başka hiçbir şeye işaret etmeyen sözcüklerden ibarettir. Eşanlamlı gibi kullanılmaktadırlar, çünkü aynı işlevi görmektedirler.

İktidar (power), insanın sadece eyleme kaabiliyetine değil, uyum içinde eyleme kaabiliyetine tekabül eder. İktidar asla tek bir bireyin mülkünde değildir, bir gruba aittir ve grup birarada bulunmaya devam ettiği sürece varolabilir.

Kuvvet (strength), su götürmez bir biçimde tek olan, bireysel bir şeyi niteler. Kuvvet, bir nesne ya da kişide içkin (inherent) olan ve onun karakterine ait olan bir niteliktir; bu nitelik başka nesne ya da kişilerle ilişkilerde kendini gösterebilir, ama özde onlardan bağımsız olarak mevcuttur.

Güç (force-zor), yalnızca terminolojik dilde fiziki ve toplumsal hareketlerin serbest bıraktığı enerjiyi belirtmek için kullanılmalıdır. Güç, gündelik dilde genellikle şiddetle aynı anlamda –kaba güç- kullanılır; özellikle şiddet bir baskı aracı olarak kullanılıyorsa.

Otorite (authority), bu fenomenler içerisinde en kaypaklarından biridir. Terim olarak da en sık kötüye kullanılanıdır. Otoritenin en önemli belirtisi, baskı ya da iknaya gerek olmaksızın, itaat etmesi istenenlerin verilen kararı sorgusuz sualsiz kabul etmesidir.

Şiddet (violence) ise, daha araçsal karakteriyle ayrılır. Fenomenolojik açıdan baktığımızda kuvvete yakındır. Çünkü tüm başka alet edevat gibi şiddetin araçları da, doğal kuvveti çoğaltmak amacıyla tasarlanır. Örgütlü topluluklarda kurumsallaşmış iktidar, sıklıkla otorite kılığı altında ortaya çıkar; derhal ve sorgusuz sualsiz kabul görmek ister.

Terörle şiddet aynı şey değildir. Terör daha ziyade şiddetin tüm iktidarı tahrip ettikten sonra geri çekilmediği, tam tersine tüm kontrolü elinde tuttuğu bir anda varolmaya başlayan bir hükümet biçimidir.

Teröre dayalı totaliter tahakkümle, şiddet yoluyla kurulan tiranlık ve diktatörlükler arasındaki en belirleyici fark, totaliter rejimin yalnızca düşmanlarına değil, aynı zamanda dostlarına ve destekçilerine karşı da işleyebilmesindendir. Çünkü totaliterizm tüm iktidarlardan, dostlarının iktidarından bile korkar. Polis devleti çocuklarını yemeye başladığında, dünün celladı bugün kurban haline geldiğinde, terörizm doruğuna ulaşır. Bu, aynı zamanda iktidarın tümüyle ortadan kalktığı andır.

İktidar ve şiddet birbirinin karşıtıdır. Birinin mutlak hakimiyetini kurduğu yerde diğeri barınamaz. Şiddet, iktidarın tehlikeye girdiği anda ortaya çıkar. Ama kendi başına bırakılırsa, iktidarın kayboluşuna yol açar. Bunun anlamı şudur: Şiddetin karşıtını şiddetsizlik olarak düşünmek yanlıştır. Şiddete dayalı olmayan iktidar diye bir şey yoktur gerçekte. Şiddet, iktidarı yıkıma uğratabilir. Şiddet, iktidar yaratma kaabiliyetinden alabildiğine yoksundur.

Bildiğimiz en zorbaca tahakküm biçimi, efendinin sayıca daima kendinden daha fazla olan köleler üzerindeki egemenliği bile, yalnızca zor araçlarının üstünlüğüne değil, iktidarın örgütlenmesindeki üstünlüğüne, yani efendilerin örgütlü dayanışmasına dayalıdır. Kadim Yunan’da bu tür iktidar örgütlenmesi polis’ti. Xenophon’a göre polis’in en önemli başarısı, “yurttaşlarının köle ve suçlulara karşı birbirinin muhafızı gibi davranmasına izin vermesiydi.” (20)

Bildik bir öyküdür “Damoklesin Kılıcı”, ya da öyle zannederiz. Damokles, M.Ö 4. yüzyılda Sirakuza’yı yöneten korkunç tiran Dionysios’un sarayında yaşıyordu. Dionysios halkına karşı her türlü zalimliği yapıyor, halkı da ondan nefret ediyordu; yine de Damokles Dionysios’a methiyeler düzüyor, onunla hep aynı kanıda olduğunu söylüyor ve zorbanın gülünç bulduğu her şeye kahkahalarla gülüyordu. Damokles’in tek isteği, şedit Dionysios gibi bir yönetici olmaktı. Dionysios da bunun farkındaydı ve Damokles’in yağcılığı onun gözünden kaçmıyordu. Damokles’e bir ders vermek istedi; krallık giysilerini ve altın bir taç giymesini emretti Damokles’e. Onun onuruna muhteşem bir ziyafet verdi ve Damokles’in bu ziyafete, ülkenin egemeniymiş gibi riyaset etmesini emretti. Damokles fazlasıyla mutlu oldu; ama bir şeyi farkettiğinde bu sona erdi: Kafasının üstünde, tek bir kıla bağlı büyük ve keskin bir kılıç sallanıyordu. Damokles, dehşet içinde çığlık attı ve öbür konuklarla birlikte oturmak için yalvardı; Dionysios ilkin reddetti bu isteği. Damokles’e, tahttan kurtulup rahatlamadan önce devlet şiddeti konusunda (paradoksal da olsa) temel bir ders vermek gerekiyordu:

Kılıçla yönetenlerin ölümü de, potansiyel olarak kılıçtan olur; bu yüzden yönetenler ya da yönetmek isteyenler, uyruklarının sadakatini kazanmak için şiddetten başka yollar arasalar daha iyi ederler.

Şiddet ve Demokrasi Üzerine

İlk olarak bu tür davranışları denetim altına almak için, çocuklarımıza öğrettiğimiz tutum, tepki ve değerlerde bir köklü değişiklik yapmamız gerekir. Günümüzde gençler, sistematik şiddet eğitimi diye adlandırabileceğimiz bir duruma maruz kalmaktadırlar. Televizyonlar veya diğer yaygın kitle iletişim araçlarıyla sayısız şiddet olayına tanık olmakta ve bu yolla başkalarına zarar verme konusunda epey farklı tekniklerle donatılmaktadır. Daha da kötüsü bu tür sahneler öyle bağlamlarda sunulmaktadır ki saldırganlık adeta başkalarıyla ilişkilerin yürütülmesinde kesinlikle onaylanabilir ve uygun bir teknik gibi gösterilmektedir.

İkinci olarak, aşırı saldırganlık uygulamalarını teşvik edip ödüllendiren toplumsal koşulları ortadan kaldırmanın yollarını aramalıyız. Bu tür davranışlar birtakım değişik bağlamlarda sürekli ödüllendirilmektedir. Örneğin küçük çocukların (özellikle erkek çocuklarının) katı, “macho” tutumları hem yaşıtları, hem de ebeveynleri tarafından övgü almaktadır. Aynı şekilde yetişkinler de, atletik oyun alanlarından toplantı salonlarına kadar pek çok farklı konumlarda saldırgan eylemlerinden dolayı değişik şekillerde ödüllendirilmektedirler.

Üçüncüsü, saldırganlığın üremesine yarayan ortamı yaratan şeyleri çevremizden uzaklaştırmanın yollarını aramaktır. Tabii bunların çoğu doğrudan doğruya denetlemeye girebilecek şeyler değildir (örneğin rahatsız edici ısı, düş kırıklığına yol açan tüm koşullar). Yine de pek çok başka şey (örneğin rahatsız edici gürültü, kalabalık, silahların varlığı ve diğer saldırganlık göstergeleri) denetim altına sokulabilir. Böylece bu tür koşulların sürekliliğini ortadan kaldırmak, en azından azaltmak için atılacak aktif adımlar bizleri aşırı şiddeti yaşamayan bir insan toplumu hedefine daha da yakınlaştıracaktır. (21)

Gelişmiş demokrasilerin en karakteristik yanlarından biri katılımcılığa ve çoğulculuğa gösterdikleri azami dikkattir. Karar alma süreçlerine mümkünse toplumun bütün üyelirini katma çabası kararların niteliğini demokratikleştirir. Kahır ekseriyetle –ezici çoğunlukla- alınan karaların uygulanması da daha kolay olur. Çünkü hem bireyler hem de toplumlar karar alma süreçlerinde görüşlerine danışılmadığı durumlarda sözkonusu kararın uygulanmasında en iyi olasılıkla pasif bir direniş gösterir ve uygulamayı geciktirir.

Çağdaş yönetim biçimlerinde ademi merkeziyetçiliğe –yerinden yönetime- ilgi her geçen gün artmakta, merkezin elindeki yetkilerin önemli bir kısmı yerel yönetimlere kaydırılmaktadır. Bu da sivil toplum kuruluşlarının hayata daha etkili bir biçimde katılmasına olanak vermektedir. Yerel inisiyatiflerin güçlenmesi uygulamaya dönük kararların daha etkili bir şekilde gerçekleşmesine olanak tanımaktadır.

Ergil, özgürlükler rejimi olarak tanımlar demokrasiyi. Demokrasinin hem bireysel hem de toplumsal kurtuluşun, özgürlüğün, güvenliğin ve zenginliğin güvencesinin, bunların herkes için mümkün olduğu bir düzende gerçekleşebileceğini dile getirir. (22)


NOTLAR:

1 Ümit Kıvanç, Türkiye’de Şiddet Kaynağı Olarak Devlet-Toplum İlişkisi, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 414-415.

2 M.Mukadder Yakupoğlu, Erotizmde Şiddet ve Ahlak İlişkisi, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 313,

3 Artun Ünsal ,“Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi”, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 34.

4 Roger Caillois, “Karizmatik İktidar” Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev:Esra Özdoğan, Yapı Kredi Yayınları.İstanbul 1997.s. 80

5 Ruşen Keleş-Artun Ünsal “Kent ve Siyasal Şiddet” Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları.İstanbul 1997.s. 92’de Fred R. Von der Mehden, Comparative Political Violance, Englewood Cliffs, N.J. Prentice-Hall, 1971,(s.7-17)

6 Canan Arın, Kadına Yönelik Şiddet, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 305.

7 Canan Arın, Kadına Yönelik Şiddet, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 306

8 Age. s. 308

9 Yavuz Erten-Cahit Ardalı, Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 161

10 Ünsal Oksay, Efendi/Köle İlişkisi Açısından Şiddet ve Görünümleri Üzerine, Cogito “Şiddet”, Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 190,

11 Halil Berktay, Tarihçi Gözüyle “Şiddetin Tarihi” Üzerine Bir Söyleşi, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 198.

12 Dane Archer-Rosemary Gartner, Barış Dönemi Kayıpları, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev: Aysun Babacan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 238

13 Age..s. 247,

14 Age..s. 248.

15 Celâl Kılıç vd. “Ankara Dostları”, Güldikeni Yayınları, Ankara 1998.

16 Riches, David: “Antropolojik Açıdan Şiddet”, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1989.

17 Keane, John: “şiddetin uzun yüzyılı”, çev: Bülent Peker, Dost Kitabevi Yayınları, 1998 Ankara.

18 Fromm Erich: “Sevgi ve Şiddetin Kaynağı”, çev: Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, 4. Baskı Ankara.

19 Arendt, Hannah: “Şiddet Üzerine”, çev: Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1997 İstanbul

20 Keane, John: “Şiddetin Uzun Yüzyılı”, çev: Bülent Peker, Dost Kitabevi Yayınları, 1998 Ankara.

21 Dane Archer-Rosemary Gartner, Barış Dönemi Kayıpları, Cogito “Şiddet” , Üç Aylık Düşünce Dergisi, çev: Aysun Babacan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997.s. 248-249.

22 Ergil, Doğu: “Siyasetini Arayan Ülke”, Can Yayınları, İstanbul 2000, s. 27


KAYNAKÇA

Keane, John: “Şiddetin Uzun Yüzyılı”, çev: Bülent Peker, Dost Kitabevi Yayınları, 1998 Ankara.

Cogito “Şiddet”, Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997..

Celâl Kılıç vd. “Ankara Dostları”, Güldikeni Yayınları, Ankara 1998.

Riches, David: “Antropolojik Açıdan Şiddet”, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1989.

Fromm Erich: “Sevgi ve Şiddetin Kaynağı”, çev: Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, 4. Baskı Ankara.

Arendt Hannah: “Şiddet Üzerine”, çev: Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1997 İstanbul.

Celal İNAL

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Makale
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular