Sali Turan… Her an bir yerlerdedir. Durağanlığı sevmez. Günbatımında deniz kıyısındadır. Bir öğle vakti şehirlerarası bir yolun en durulmaz, en ıssız bir dönemecinde durup, bir kayaya sırtını dayamıştır, ya da bir meyhane köşesindedir. Her hal ve durumda çantası, desen defteri ve bir kalem yanındadır. Ve her hal ve durumda sürekli çizmektedir…
Telefonu hiç susmaz, etrafında sürekli birileri vardır. Akşam sofraları kalabalıktır. Ama o. kalabalıkta yalnız bir adamdır.
Soğuk ancak güneşli bir öğle vakti Sali Turan’ın Ulus’taki atölyesinin kapısını çaldım. Ben Sali Turan’a sorularımı yöneltirken, duvarlara iliştirilmiş, sayısız desenin yanında duran kocaman tuvaldeki fiğür, bir kartal hışmıyla fırlayıp, üzerime konacak gibiydi.
Tevfik İhtiyar: Şali Turan, söze ressam Sali’den başlar mısın?
Şali Turan: iki yaşlarında dere yataklarında bulduğum renkli taşlarla başladım çizmeye kom’un1 tahta duvarlarına, bir de odun kömürleri ile taş duvarlara, ilk modelden çalışmayı, ilkokul üçte öğretmenimizin masa üzerine oturttuğu beyaz yakalı, siyah önlüklü kızı çok iyi çizmemi unutamam.
Tİ: Şali annenin seni çağırışıyla ilgili…
ST: Salih Arapça, Arabistan çöl ve engebesiz, iklim dinamikleri yok. Uyuşuk her şey. düz. Güneşle kumun çatışması. Oysa Karadeniz engebeli, inişli, çıkışlı. Yoruluyor insan. Salih’i kısaltıyor, “Ula Şali”, diye sesleniyorlar. Sığır beklemelerimdeki yorulmalarım, sisin kırk beş derece dik meyilden yukarı çıkışı, anamın “Kızım nazara” sonra da “Ula Şali” sesinin dağlarla çatışmasından oluşan dumanlı ıslık belleğimde oluşan Şali izlerinde. Sayısız röportajda Sali’yi anlattım (TV ve yazılı basına). Zor… Kabullenemiyorlar. Konmuşlarla yaşıyor insanlar.
Tİ: Atmış yaşından sonra Sali’yi ressam olarak kabul ettirdin…
ST: Ben doğduğumda ressamdım.
Tİ: iki üç yaşında resim yapmaya başladım dedin. Daha sonrasını da anlatır mısın?
ST: Bizim orada yoksulluk vardı. İlkokuldan sonra öğretmen okulunu kazanmak herkesin, bütün okulların ana amacıydı. Orayı kazandım. Erzurum öğretmen okuluna gittim. Yatılı mektep. Yiyecekten giyeceğe her şeyimizi veriyorlardı. Yoksa okumamıza imkân yoktu. Orada yaşamın bütün boyutlarını, anlamlannı keşfettim. Arazide ekin ekmeyi, demir atölyesinde makine
çalıştırmayı, marangozhanede aletleri kullanmayı, iş üretmeyi, bunları sanatsal forma bir estetiğe kavuşturmayı öğrendim.
Spor salonlarımız, futbol sahamız vardı.
Mesela benim boyumun kısa kalmasının nedeni orada çok fazla halter çalışmamdır.
Okul köy enstitülerinin devamıydı. Ben ikinci sınıfta resim kolu başkanı oldum.
Çünkü sürekli resim yapıyordum. Resim salonunu bana verdiler. 0 zaman o büyük Rönesans’ın ressamlarıyla Vinci ile Mikelanj ile karşılaştım. Öğretmen okulunun ikinci sınıfında yani on üç yaşında. Mezun olunca bir ara ilkokul öğretmenliği yaptım. Sonra İstanbul Eğitim Enstitüsü, sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne gittim. Bir süre de üniversite hocalığı yaptım.
Tİ: Ne zaman ayrıldın üniversiteden?
ST: 19B7’de. Mart ayında. 23 yıl olacak ayrılalı…
Olan; yapılmışlardan alınmaysa bu, yansıyor, alınışını görmesen de… Kendi Dianın; başka yaşamlardan kopyalanmayanın enerjisi size bunu söylüyor, bir gizemi, bir tekliği içinize tohumluyor…
Tİ: Sali ismi sanat çevresinde baskın bir kişilik, agresif bir karakter akla getiriyor. Agresif karakter, baskın kişilik, benmerkezci olmak. Bu bir karakter tabi. Bu zorlama da değil, kendiliğinden olan bir şey böyle olmak. Bu bir takım avantajlar getirdiği gibi başını derde sokan bir şey. Ne diyorsun bu kişiliğe?
ST: Evet, dediğin gibi. Ben de bunu çok sorguladım. E, çok fazla insanla tanıştım. 90’nın başında çok hızlı çıkış yaptım. □ zaman Türkiye’de benim resimden kazandığımı hiç kimse kazanmıyordu. Altımda son model araba vardı. Hüsamettin Koçan bana. “Bizim hocalar yıllarca senin arabayı konuştular”, diyordu. Ben bunun farkında değildim. Ben resmi yaşıyordum. Çok detaylara girmeden ana saptamayla şunu söyleyebilirim. Kendine has bir kişilik, doğayla kendi aramdaki ilişki, kendi algılamam, hayatımı resimlemem arasındaki ilişki beni dış dünyaya kapatıyor. Ben ilişki kuramayan bir adam olduğumu biliyorum. Hatta çokları benim yazar, şair kişiliğimin resmin □nünde olacak kadar güçlü olduğunu söyler. Refik Durbaş benimle ilgili üç yazı yazdı. Henüz tanışmıyorduk. Cemal Süreyya’nın ölümünden önce son yazısı yine benimle ilgilidir. Ne bileyim işte, şairlerdir ağırlıklı arkadaşlarım. Mesela Ataol Behramoğlu Cumhuriyet’teki bir sayfaya yakın röportajım sonrasında bana telefonda şöyle söyledi; “Ben bir kalem ustasıyım. ama senin tespitlerini bu ülkede yapabilecek ikinci bir adam yok”.
Tİ; Asosyalim diyorsun ama sosyal ilişkiler bu anlattıkların.
ST; Doğayla kendi aramda ki ilişkide müthiş bir samimiyet var. Doğa yalansız, sömürüşüz ve duygusuzdur. Doğadaki duyguyu sen oluşturursun, doğa kendini koyar ortaya onu değerlendirmek sana kalır. İster onu araştırıcı onu arayıcı bir serüvenci olursun, istersen konmuş yalanlarla hurafelerle ona yaklaşırsın. Ben doğaya çıplak olarak yaklaşırım, doğayla aramda kurduğum ilişki, oluşturduğum ortam oluşturduğum alışveriş, kelimelerin dizgelemesi doğayla ilişkimden geliyor. Renklerim oradan geliyor, gücüm oradan geliyor, güven duygusu oradan geliyor. Üç ayağım var benim. Birincisi doğadır İkincisi resim, üçüncüsü aşktır yani kadındır.
Tİ: Peki aşkla, sevgiyle bu agresif kişiliği nasıl bağdaştırabiliyorsun?
ST; Şimdi agresifliğim şu. Ben kokteyllere gitmem mesela gidince de beş dakikada çıkarım duramam. O diyaloğa giremiyorum. Oradaki namussuzluğun, ilişkilerin yüzeyselliği, sığlığı da beni çok hızlı yoruyor. Şöyle diyeyim bütün varlığımla baktığım zaman şeffaf olarak bir şişenin, bir bardağın içindeki bir suyu, bir içkiyi bir elmayı herhangi bir objeyi herhangi bir rengi gördüğüm gibi insanların düşünsel yapısını o anda görüyorum.
Tİ: Şimdi sen diyorsun ki ben sergi açılışına bir kokteyle ya da bir etkinliğe gittiğimde oradaki yapaylıklara isyan ediyorum.
ST: Vücut bunu yapıyor ben yapmıyorum.
Tİ: Yani oradaki hareketler yapay mı geliyor?
ST: Ne bileyim bana öyle geliyor, ben öyle algılıyorum. 0 ritüel, o donanımlar, eldeki kadehler.,. Resimlere bakılmıyor. Bana bir dostum şöyle demişti; “Oraya gitme buraya gitme nasıl olacak, orada kurulan İlişkilerle resimler satılıyor”.
Tİ: Biraz bunların dışında durmak istiyorsun…
ST: Tabiî ki yaşamla kendi aramda yoğun bir ilişki ağı vardır, bir de kendimle insanlar arasında. Yaşam bir alışveriş. Bu alışveriş bende dölleniyor, ben onları döllüyorum derken müthiş bir spiral gidiş başlıyor. Hortum gibi kendiliğinden bir ilişkinin yarattığı müthiş bir yükselme, içinde kaosu da olan, tepkisiyle ama sonuçta seni farklı yapan şey oluyor. Sanatçının kendine ait söylemi olur. Sanatçı şu yolu tanımlarken zaten başkadır. Sırf başka olmak için konuşmaz. Benimle konuşurken sayısız insan notlar almıştır ve yaptığım tespitler fıep ilktirler. Bu. müthiş bir doğurganlıktır. Bu aynı zamanda bir tür yalınlaşma. Bir de resim yaparken onunla akıl almaz bir ilişkiye giriyorum. Bir avcı gibi. Aslanın, kaplanın ne bileyim işte, yani kedigillerin avına odaklandığı gibi öylesine bir tutulma yaşıyorum ki hiçbir şekilde yan bir şey girmiyor o ilişkiye. Şimdi bu yoğunlaşma kontrol edilmesi zor bir enerji. Böyle taşıyor işte. Bir gün “Ben megolamanlığı hak etmiş bir adamım.”, dedim. Sen benim çok eski arkadaşımsın. Birçok şeyi beraber yaşadık. Senin yaşamında gözlemci olduğum zamanlar da oldu. Aynı şey senin için de geçerli. Tabii ki bütün bunların var olan ortamda iklimde değerlendirilmesi, o ilişkiler ağındaki bir sonuç var, bir de kişinin sanatla, estetikle, derinlikle, kozmik alanla olan ilişkisinin oluşturduğu bir yaşam var. Ben ikinci yaşam ağırlıklı bir adamım.
Tİ: Sanata geleceğiz ama ben son zamanlarda senin benmerkezci, karşısındakini hırpalayan ezen karakterin daha durulduğunu, yumuşadığını gördüm… Bunun saçlarına düşen aklarla ilişkisi var mı?
ST: Tabi zaman geçtikçe insan bir özeleştiri yapıyor. Yaptıklarıyla önüne gelenlerin, giderek yaşadıklarıyla düşündükleriyle çatışması, yani var olanların uçları sana bazı işaretleri veriyor.
Yalnızlaşıyor insan. Tanıdıklarının yerini çoğalan yaratılar alıyor.
Tİ: Bildiğim kadarıyla desenlerin de dahil spontan çalışıyorsun. Desenlerinden seçip tuvale de aktarıyorsun… Şu anda Sali Turan’ın resminin çağdaş Türk resmi içindeki yeri nedir?
ST: Doğru bir soru. Bu gibi sorularla yaşamın akışkanlığını sağlıyorsun. Benim röportajlarda en çok sıkıntısını çektiğim beni ısıran, iğneleyen, tırtıklayan sorular sorulamayışıdır.
Şimdi senin sorduğun bundan altı ay önce vereceğim yanıtlar yetersiz kalırdı. Kısa keseyim, çok çalışan bir adamım hatta 82’de Doğan Hızlan’ın benimle Salim Alparslan imzasıyla yaptığı bir röportajda ” Eskizi tuvale geçirmek yaşanmış bir heyecanın öldürülmesidir.”, demiştim. Her şey bir kere yaşanır. Sonraki başka bir şeydir. Bu tespitime uzun yıllar bağlı kaldım. Çalışmaya hep ön hazırlıksız girdim. Tabi bu, beni çok yordu. Çünkü bir güzelliği yakalamak için uğraşıyorsun. Derken resimde yorgunluklar oluştu. Tabi, bir yerden alıntı yapmayan, kendi resmine bile bakamayan. bir kere ele alıp çözümlediği bir sorunu başka bir tuvale taşıyamayan biriyim. D yüzden ne bulduysam bana ait oldu. Artık yeni bir şeye ihtiyaç vardı. Aslında anam bana yıllar önce bu yanıtı vermişti. “Ana bu resim nasıl?”, diye sormuştum. Anam durdu baktı… “Ha uşağım çok karışık.”, demişti. Hayatımda aldığım en önemli eleştiriydi. Anamın o eleştirisinden sonra ben resmi arındırdım. En iyi resimlerinden biri oldu. Ben tekrarı hiç sevmem, tekrarın kendisini tutan bir şey olduğunu bilirim. Hatta şöyle diyorum, sevda spiral bir gidiştir, çembere dönüştüğü an biter. Renk yoğunluğunun çok şeyin bir tuvalde var olmasının bende oluşturduğu bıkkınlık, hem desen çalışmalarımı arttırdı hem de sükunetle sadeleşmeyi birlikte getirdi, işte bu noktada desenle renge baktım. Ve onların ilişkisinden; “İNSAN-DOĞA-DESEN-RENK” formülünü yaşama kattım. Sonuçta literatürde hiç olmayan resimler ortaya çıktı. Bütün ağırlığım azaldı. Uçucu bir hale geldim.
Tİ: Yani diyorsun ki benim her zaman bir yerim vardır ve bu yer küçümsenecek bir yer değildir.
ST: Her zaman bir yerim vardır. Her zaman Şali imzasıdır o. insanın bütün sorunu kendini bulmasıdır.
Artık yeni bir şey e ihtiyaç vardı. Aslında anam bana yıllar önce bu yanıtı vermişti. “Ana bu resim nasıl?”, diye sormuştum. Anam durdu baktı… “Ha uşağım çek karışık. ”, demişti.
Hayatımda aldığım en önemli eleştiriydi. Anamın o eleştirisinden sonra ben resmi arındırdım.
Tİ: Amerika serüveninden bahsedebilir misin birkaç cümleyle?
ST: 2001’de New York Gramercy Park National Art Club’ün Grand Galerisi’nde 72 resimlik (bir metreden iki metreye kadar) bir sergi yaptık. 20.000 kişi gezdi. Ahmet Ertegün, Cefi Steiner ve klüp başkanı Aldon James Jr. onuruma resepsiyonlar verdiler. Türk ve Amerikalı gazeteci, televizyoncu ve iş adamları bu resepsiyonlarda hazır bulundular. Yapılan konuşmalarda büyük övgüler dizdiler. Ve Klüp başkanı Altun James, “Bu kulübün yaşı 103, biz bu kulübü iki kardeş yönetiyoruz, ikimizin toplam yaşı 103 değil. Tarihinde ilk defa bu güçte bir sergiye tanık oluyoruz. Şahin (Sali) New York’ta kalmalı”, dedi. 2001’in başlarında Washington Building Museum’da bir sergim vardı. 11 Eylül oldu, işler karıştı, biz de döndük.
Tİ: Bir piyasaya bakalım… Bugünkü çağdaş Türk resmine bakıyorsun, dünyadan geri kalan yanı yok. Bir AvrupalI, bir Amerikalı ne yapıyorsa en az onun kadar, zaman zaman ondan daha iyisi de üretiliyor. Ama Türkiye’deki sanatçılar neredeyse Kapıkule’ye kadar. Ondan ötesini kimse bilmiyor, Türk resmini tanımıyorlar. Bir pazarı yok. Koleksiyonu, müzesi yok…
ST: Bütün Türkiye’nin yapısını, tarihini, sosyolojik boyutu gözümün önünden geçti. Dediklerinin hepsi doğrudur. Bilesin ki, bizimkilerin bütün Avrupa’da, Amerika’daki maceraları söylem dolgularıyla abartılmıştır, isme girmiyorum. Şu kadar müzede resim. İspatlayacaksın, ad koyacaksın. Bir de müzelere eser vermek o kadar zor değil. Birisi alır, hediye eder. Avrupa, Amerika’da gezdiğim müzelerde bir tane Türk ressamın eserine rastlamadım. Olayın özü şu, başka alanda yurtdışında bir şey var mı? Yok. Neden? Biz kendimizi tanımayı becerememiş bir toplumuz. Malzeme bozuk, kalitesiz. Bunun üzerine istersen x yaz, istersen y, istersen sol. istersen sağ. ne dersen de malzeme bozuk. Bir adamı güzel görmeye çalışıyorsun, bakıyorsun herkesle aynı. Sadece ismi değişik. Yalanla yaşıyoruz. Hayatın kendisiyle değil, kurguladığımız hayatla yaşıyoruz. Geçen gün iki ünlüyü televizyonda izliyorum. Hepsi yapay şeyler söylüyorlar, ayakları yere basmayan, toplumla bütünleşmeyen. Sen hayatı belirleyen ana ekseni görmezsen bir yere varamazsın. Kendi kendine konuşursun. Resim de aynı şey. Ben New York’ta dolaşırken benim resmimden daha güçlüsünü görmediğime kendi kendimi inandırmıştım. Bu dediğim doğru. Onlardan aşağıda olmayışımızda büyük bir yanılgı vardır. Onlarınki kendine aittir, bizimki benzer olmak. Kendi olmak birine benzeyerek iyisini yapmak değildir. Biz hiçbir şeyin derinliğine varamıyoruz. Kavrayamıyoruz. Ben Hititlerden beş bin yıl daha geriyiz diyorum. Hititleri incelediğimde Mısır’la eşdeğerler. Milattan önce 3000 Kadeş savaşı ve yenişemiyorlar. Burada askeri güç değil sadece. Bu estetiktir, mimaridir, heykeldir, insana dair varılan sonuçtur. Katedilen yoldur. Güzelliktir.
Tİ: Sen diyorsun ki, şairin ozanın dediği gibi “Dört nala gelip uzak Asya’dan”… buraya gelmişiz ama biz biz olamamışız. Kendi benliğimiz, kimliğimiz yok. Kendimizi evrensel değerler üstünde ifade edemiyoruz. Ancak onların evrensel kıldığı bir takım değer yargılarını kopya ediyoruz. Dolayısıyla adam kendinden olanı önemseyecek. Dolayısıyla da biz hiçbir zaman bir Picasso, Goya, Kandinsky çıkaramayız…
ST: Bu dünyanın içindeyiz. Öğretimiz bizi evrenselliğe taşıyacak bir sistem oluşturamıyor. içine kıvrılan bir kurt gibiyiz. Yaratıcılığın içinde de gelenek vardır. Bizse tutucu geleneğin sahibiyiz. Evet, bu yapıyı kıramazsak. dediğin boyutta yaratıcılara sahip olmamız zor gözükmektedir,
Tİ: Biz insani değerlerimizi yitirmişiz…
ST: Hayır yitirmemişiz, kazanamamışız. Atatürk “Biz Orta Asya’dan gelip aşılandık” der. Anadolu’da yaşanmışlıkların, büyük kültürlerin ana yatağı olduğunu fark eden ilk Türk’tür. Onun için Etibank, Sümerbank gibi kurumların isimleri aslında Anadolu’ya bir saygı duruşudur.
Ben seni. 25 yıl önce elinde resimlerle dolaşırken tanıdım. Bu kadar senedir dergi çıkarıyorsun. Sen Hitit Güneşi estetiğinde yaratılmış bir eser gördün mü?
Tİ: Ama Hitit Güneşi kendi özüne aitti…
ST: Kendi özüne aitti. Aramaya aitti. Özgürlüğe aitti. Şimdi her şey yasak. Bizim kültürümüz bu. Burada dini kullananların da payı var. Sorgu yok. İhtiyaç da hissetmiyorlar. Nefes alıp vermek, yemek, insanları hayvan boyutunda yaşamak çok da rahatsız etmiyor. Uyanıklar da yabancılarla işbirliği halinde yapacaklarını yapıyorlar. Yoksa biz yapamaz değiliz. Her insan evrensel, doğru olanın duygusuna girebilir, kafası karışabilir. Bizimkilerin kafası karışmıyor ne yazık ki. Bir gece İznik yolunda yemeğe gidiyoruz. Bu yollarda ne önemli izler kaldığını düşünüyorum. Yolların belleğinde izler tespiti yapıyorum. Diyorum ki, yolların belleğinde Şali izleri… Bir röportajında bir kız şöyle yazıyor, Sali’nin belleğinde yol izleri. Bu müthiş tespitin bile ayırtına varamıyor. 0 yıllardan Roma. Bizans, bilgesi şairi geçti. Katili de geçti. Bir güzellik üretilmişse, büyük bir kent kurulmuşsa bu güzellik ağırlıklı bir sonuçtur, işte oraya giden insanların izlerinde o güzelliğin vücudundan, ayağından bir elektrik gibi akan izlerden söz ediyorum. Ve diyorum ki Yolların belleğinde Şali izleri, kız da Sali’nin belleğinde yol izleri, diyor. Tam tersi bir şey. Sanat muhabirliği yapıyor. Bunu anlamıyor. Kim resimle konuşabilir, kim ona bakabilir.
Kaç kişi resmin yolculuğuna eşlik edebilir? Ben bir resmin nereden geldiğini algılıyorum. Kendim olma mücadelesini veriyorum Şali olarak. Duyarlılıklarımla, tespitlerimle, aforizmalarım, mektuplarım, yazılarımla, söylemlerimle. Bir kere namuslu, cesur olmayan insanın duyarlığını yaşama katması da çok zordur, ben inanmıyorum. Adam uşak çok yetenekli. Böyle bir şey yok. Yetenek insanı uşak yaptırmaz. Al sana başlık. Yaratı İnsanı uşak yaptırmaz. Dünkü yaratıda İnsanı kavrama, enerjinin evrenle Tanrıyla bütünleşmesi vardır. Gidip yalnız resim satacağım diye yalaklanmazsın.
Tİ: Geleceğe dair neredesin?
ST: Türkiye’de fazla kaldığımı düşünüyorum. Buradan bu kadar beslenilir ancak. Yani kopyacı olmayan, kendi olan, derinleşen, bu tespitleri yapan birinin burada alabileceği fazla bir şey yok. Dünkü bunlar beni boğuyorlar. Orhan Pamuk kadar bu ülkede çok yazar var. Hepsi Nobel alabilir. Ama kim alıyor? Bush’un Ortaköy camisinden köprüye bakarkenki pozisyonunda söz ettiği yazar.
Türkiye’de ilişkiler bazında yürüyor her şey. Resmi kimse konuşmuyor, konuşamıyor. Dünkü onunla yolculukları yok. Onunla olamıyorlar, sevişemiyorlar.
Doğurganlık, yaratı, başkalarından ne kadar etkilenme, ne kadar kendi gibi sorular sorulup yanıt aranmıyor. Avrupa resminin yirminci kopyası çok para ediyor müzayedelerde. Orijini ressamına ait olanı da anlayacak yok. Satışların büyük bir kısmı projelendirme, kumpaslar ve manipülasyondur.
Aynı Türkiye’nin bugünkü büyük YALANI gibi…
Söyleşi: TEVFİK İHTİYAR