Sinemamızın yakın ve uzak geleceği
80’lerde kafa karışıklığı yaşayan, 90’larla birlikte kendi çizgisini bulan sinemamız, yoluna emin adımlarla devam ediyor. Şimdiki zamanın problemi, yaratıcılık değil özellikle ‘bağımsız’ karakterli filmleri gösterecek salon bulamamak. Peki ya gelecekte neler olacak?
Hikâyenin sanırım en sancılı kısmı 70’lerdeydi. Bir yandan TV’nin, siyah-beyaz da olsa attığı ilk adımlar ve evlerdeki hükümranlığı, öte yandan sadece arabesk ve komediyle ayakta kalmaya çabalayan sektör ve en önemlisi, o zamanın deyimiyle ‘seks filmleri’ orta sınıfı salonlardan uzaklaştırmıştı. Peşi sıra 12 Eylül darbesi geldi. Cunta hayatın her alanına ‘ayar’ verirken sinemayı da kendince yeniden tanımlamaya çabaladı, mesela ‘kirlenen ahlak’ın temsilcisi niteliğindeki ‘seks filmleri furyası’nı nihayete erdirdi.
80’lerin başında sinemamız bocaladı, bir yandan sansür korkusu öte yandan eskiyle hesaplaşma ve yeni bir ufka doğru yol alma çabaları, ortaya kafası karışık filmler çıkardı. Yavuz Turgul’un ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ adeta bu dönemin en iyi tarifiydi. Yeşilçamcı’dan ‘entelektüel’ nasıl olur, bunu hicvetti Turgul. Sonrasında ‘Kadın filmleri’, ‘Köyden kente bakış’ derken özellikle İstanbul Film Festivali, darbenin kapattığı kurumlardan biri olan ‘Sinematek’in işlevini üstlenir oldu. Festival ağlarını yavaş yavaş ördü, rahle-i tedrisinden geçenler yönetmen, eleştirmen ya da sıkı sinefiller oldu. Bu dönüşümün en büyük kazanımı kuşkusuz ne yaptığını bilen, derdini daha net anlatan, hayata ve sinemaya dair isteklerini peliküle doğru dürüst ve kafa karışıklığından uzakta yansıtan yönetmenlerdi. İlk çıkışları takdir gördü, desteklendi, önce içeride, peşi sıra dışarıda kabullenmeleri artı çektikleri filmlerin ödüllerle de taçlandırılmaları, bir anlamda ‘Yeni Türkiye Sineması’nın önünü açtı.
‘Ecnebi’ filmlerle makas kapandı
Bir de işin gişe kısmı vardı; onu da çoğu önce TV’de kendini kanıtlamış ve popülerleşmiş yüzlerin sinemada da şanslarını denemesi halletti. ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’, ‘Amerikalı’, ‘Eşkıya’, ‘Vizontele’ derken ‘Box-office’ listelerinde ‘yerli yapımlar’, eski deyişiyle ‘ecnebi’ filmleriyle arasındaki makası önce kapadı, sonra da açık ara öne geçti. Bugün artık Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Şahan Gökbakar gibi isimlerin çektiği filmler, Çağan Irmak patentli bazen geçmişin melodramlarını modernize eden yapıtlar gişenin en iddialı yapımları olarak huzurlarımıza çıkıyor.
Öte yandan sinema yapmanın dijital teknolojiyle birlikte daha kolaylaştığı ama asıl zorluğun yapılan filmlerin gösterilecek salonlar bulmakta zorlandığı ortamda özellikle Antalya, Adana ve İstanbul’daki festivaller, ilk filmlere sağladığı olanaklarla yeni yönetmenlerin, yeni yaratıcıların varlığını hepimize hatırlatıyor.
Peki gelinen noktadan yakın ve uzak geleceğe nasıl taşınacak sinemamız? Doğrusu ben bir eleştirmen olarak gidişatın son derece sağlıklı olduğu kanaatindeyim. Artık herkes kendi bildiği yolda ilerliyor ve kendini anlayan, dinleyen, kulak veren bir kitlesi var. Sadece sayıları az ve genel için belki bir şey ifade etmiyorlar. Öte yandan popüler kulvarda ilerleyenler de kendi ritmini bulmuş durumda. Bu gruba mensup arkadaşların sadece şu türden bir meseleleri var: Hem gişede hem de eleştirmenlerin gönüllerinde yer tutmak istiyorlar. Nadir olarak bu türden birliktelikler yaşanıyor ama her zaman iki cihanda maksut olamazsınız, bu gerçeği o filmlerin yapımcıları ve yaratıcıları kabul etmek durumunda. Bir de “Hollywood gibi olalım, onlar gibi yapımların altına imza atalım” diyenler var. Buna da kabul ama orijinali varken benzerleri aynı tadı vermiyor. Ama başaranına, doğru dürüst iş çıkarana da alkışı esirgemeyiz elbet.
Sinemada ‘Ustalık dönemi’ni göremiyoruz
Geleceğe uzanırken sorunlarımız neler peki? Kuşkusuz salonların tekel olarak da adlandırılabilecek yapısı en büyük dert. Hoş Türkiye’de sinema her daim ‘bağımsız’ görünüyor ama dışarıdaki ‘bağımsız’lara daha yakın duran, az ama öz seyircisine bile ulaşmakta zorlanan filmlere kucak açacak salonlara ve bu türden mekânları destekleyecek bir sermayeye ihtiyacımız var. Bu, meselenin ‘sanat dışı’ yanı. Ya ‘sanat içi’ bir bakışla önümüzdeki maçlara baktığımızda neler göreceğiz? Mesela ‘Kürt sorunu’na ilişkin yapımlar arka arkaya geliyor. Ajitatif olanı, serinkanlı duranı, akılcı bakanı derken burada bizi derya gibi bir gelecek bekliyor sanki. Yaşadığımız dönemi, yani ‘AK Partili yıllar’ı yansıtan yapımlara gelince, kuşkusuz bakışlar soldan ya da muhalif kanatlardan geliyor. Bugün ‘ustalık dönemi’ni yaşayan bir iktidarın sinemasal yansımalarını henüz perdede göremiyoruz. Ne durumu doğru dürüst özetleyen filmler, ne de kendi ideolojisinden yaşanılan sürece ilişkin yapıcı ya da yıkıcı eleştiriler içeren yapıtlar vurdu henüz kıyıya. Bu konuda sık sık İran yapımı o muhteşem başyapıtı örnek veriyorum; tamam ‘Bir Ayrılık’ çok çok yukarıda bir film ama daha alt düzeylerde seyreden ‘Bir ya da daha fazla ayrılıklar’a ne yazık ki tanıklık edemedik. Gelecekteki sinemanın soldan olduğu kadar sağdan da derinlemesine bakış açılarına ihtiyaç var.
Ya Emek gibi bir mabede çizilen kader ya da kurgusal diziler üzerinden bile ‘“Ecdat yadigârı ayaklar altına alınıyor” türünden hiçbir ciddiyet içermeyen kriterlerin zaman zaman sahaya sürülmesi gelecekte ayak bağı olursa? İşte en kötü senaryo bu…