Neme Lazım Nobel Benim

Paganini deyince keman; Chopin deyince piyano; Mozart deyince Türk Marşı; Türk Marşı deyince Ankara; Ankara deyince akasya ağaçları, kargir bahçe duvarları ve dinozorlaşmış Türk Oligarşisi ile onların saçları meçli...

Paganini deyince keman; Chopin deyince piyano; Mozart deyince Türk Marşı; Türk Marşı deyince Ankara; Ankara deyince akasya ağaçları, kargir bahçe duvarları ve dinozorlaşmış Türk Oligarşisi ile onların saçları meçli karıları, sekreterleri; ciddiyeti aşık suratlılık sanan kapı kulu üst bürokrasi gelir aklıma…

giorgos-seferis-the-greek-nobelist

Giorgos Seferiadis

Hayır, onları düşünmek istemiyorum bugün.

Güzel, aydınlık, sevgili şeyler düşünmek istiyorum.

Hadi yeniden başlayalım o zaman:

Ankara deyince akasyalar; Antalya deyince ayışığında yasemin kokuları; Konya deyince çatık kaslı yeşil takkeliler, kök boya kilimler, antika hali heybeler; Istanbul deyince gurbetlik; Kalamış deyince Münir Nureddin… Paganini deyince keman; Chopin deyince piyano; Haydn deyince su perileri; Schubert deyince ‘Bitmemis Senfoni’; bitmemiş senfoni deyince Metin Altıok; Metin deyince 1993 yazı ve Sivas…

Yok, yine olmadı. Sil ve al bastan…

Metin deyince İzmir; İzmir deyince imbatın kanatlarında yosun kokusu, çatal yürekli efeler, kimi kalburüstü kimi köhne ‘maksat içmek yürek yangını bahane’ meyhaneler ve şiir gelir aklima… Daha daha… 9 Eylül Gaziler Geçidi, Saat Kulesi altında cigara, cupura isgara, ve sonra yine siir…

Yarım kalmış aşkların, gelgeç dostlukların ve şiirin kenti İzmir… Herşeyden ve hepsinden de önce şiirin… Varsa da, yoksa da, şiir. İzmirsiz şiir, şiirsiz Izmir kim görmüş, duymuş?

“Ehl-i dil birbirin bilmemek insaf değil” diyen Itrî’den al; sürgünden dönüşünde kendisini karşılamaya gelip “Aman üstadım bu ne hal?” diye sarılan dostuna: “Yamalanmis mamalanmis hepsi kendi elisim; / Ne zannettin merhametsiz, balodan mi gelişim?” diye cevabı yapıştıran Eşref’e; 1940’ların ikinci yarısında ‘Ikinci Cihan Harbi’nden siyirdigi halde tıknefes Türkiye’nin Izmir’inde:

Rivayet şöyledir kim
Dumanlı bir güz akşamı
Su mor dağlar efendim
Destur demiş de yürümüş,
Silkinip kalkmış ayağa

dizeleriyle “Cebbaroglu Mehemmet”i anlatan Atilla Ilhan …

Daha kimler… Ümit Yaşar, Özdemir Ince, Turgay Gönenç, Necati Cumali, Fethi Savaşçı, Refik Durbaş, Özkan Mert, Levent Atalay, Hüseyin Yurttaş, Ahmet Gunbas…

Ve Yorgo (Giorgios) Seferis…

Giorgos_Seferis_1963Yorgo, İzmir’de doğmuş. 1900 yılında. İzmir’de başlamış okula. Seferis’i, Ikinci Kordon’da cebinden çıkardığı çizgili defter yaprağına dizeler yazan yüzü sivilceli bir oğlan olarak dusunebiliyorum. Belki “Karantina’li Despina”ya aşık, belki de Irini’ye. Kimbilir, belki de yasmagin altından güzel yüzü belli belirsiz seçilen, patlıcan rengi ipek çarşafının altında vücudu gül dalı gibi salınan bir Türk kızına. (Neyse ki bu aşklar çocukluk hastalıkları gibidir: Ateşiyle yakar, iz bırakmadan geçer giderler.) Sonra büyük kente tasinilir. Seferis de önce Atina’ya, sonra ailesiyle Paris’e göçmüş. Atina’da Gymnasium’u bitirmiş, sonra Paris Üniversitesini. Sonra diplomat olmuş. 1948-50 yıllarında Ankara’da görevliymiş. Camridge, Oxford, Princeton Üniversitelerinde doktoralar yapmış. Hayatı boyunca yabancılaşma, kökünden koparılma, ölüm üzerine yazadurmus. 1932’lerde çıkan E Sterna (Sarnıç) adlı kitabında, “insanın en gerçek özünün dünya gözünden ırak, derinlerde gizli olduğu” temasını işleyen lirikler yayınlamış. 1935’de Mythistorema adıyla yayınladığı 24 kısa şiirle, Odyssea’daki mitleri çağına uyarlamış. Seferis de bütün diğer Pan – Hellenistler gibi, çağdaş Yunan kültüründe ‘Kadim Helen Uygarligi’ni aramış durmuş, ikisini özdeşleştirmek için yanmış yakılmış. Yalnız, onun bu çabasında belli bir gusto var. Günümüz Pan – Hellenistinin hamligi, banalligi kesinlikle yok. Ecevit gibi Seferis de, Eliot’u kendi diline çevirmiş.

Bizim Yorgo (Giorgos Seferiadis) 1963 yılında, yani Sartre’in “Alın başınıza çalın, benim Nobel’e Mobel’e ihtiyacım yok!” dediği yıldan bir yıl önce, Nobel Ödülü’nu almış. Hemserimizdir, alsın. Hayrını görsün. (Rivayet odur ki, Sartre: “Gelemem, şimdi isim var, kitap yazıyorum; hem sizden ödül isteyen oldu mu len? Alın nobelinizi…” demiş ve burada bir lahavle çektikten sonra şöyle bitirmiş sözünü: “Pablo’ya bi tane daha verin, o çok seviyo!”)

Ben, “neden Yunanlı’ya verdiler de Türk’e vermiyorlar?” diye hayiflananlardan değilim. Altı üstü bir Nobel. Hem, Dergi’nin geçen sayısında çıkan Suat Batur’un “Nobel İçin Çizik” başlıklı yazısından öğrendik Nobel Ödülü’nun içini dişini. Yine de, ödül oduldur. Hele ömrünce kirayı, elektrik – su parasını nasıl denklestirecegim diye kıvranan bir yaşlı şaire bir milyon dolar getirip, ahır ömründe romatizmalı kemiklerini kuş tüyü bir dosekte dinlendirmesine izin verecekse, neden olmasın?

Suat Batur’un da işaret ettiği gibi, Nobel, politik mi politik. Üstelik çoğu zaman da ıskalamış. Örneğin, bakın, 1959’da Salvador Quasimodo almış Edebiyat ödülünü. (Salvador ne???) Eh, 1958’dekine itirazım yok: Pasternak. 1957 de tamamdır: A.Camus. Ona da itirazım yok… Arada sırada, doğru dürüst birilerine veriyorlar ki, edebiyattan anlamıyorlar denmesin. Vaziyeti ‘caktirmamak’ için. Tabii, politik değiliz deyip, Pirendello’ya vermeleri büyük gaf, ama o kadar olur. Ne de olsa Iscev kaynaklı bir ödül bu. İsveç’lilerin sistematik olarak zekaca yavaş ve genetik kusurlulari kisirlastirdiklarini öğrendik geçen yıllarda. Yani faşizm söz konusu olduğunda ‘sutten çıkmış ak kasik’ değil Kuzey’in bu “picture perfect” ülkesi. Üstelik, onsekiz – yirmi yaş grubu arasında dünyada en yüksek intihar oranına sahip bir ülke. Fazla şey beklememek lazım. Şimdi diyeceksiniz, “Tabii Türklere vermiyorlar diye kıskançlıktan çamur atıyorsun”; vallahi, değil! Bakın, 1973’de Avustralya’nin Patrick White’i almıştı edebiyat dalında Nobel Ödülü’nu. Hemen kolları sıvayıp Ateş Arabaları’ni Türkçeye cevirdiydik; bir yandan da “Ya-huu, bu kitap iyi hoş da, Ince Memed’i tutar mi?” diye merak ederek.

Neyse… Böyle karşılaştırmalar yapmak sportmenliğe yakismaz…

Gelelim bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’ne… 76 yaşındaki Portekiz’li yazar Joze Saramago aldı bu yıl. -Portekizce, güzel, şiirli bir dil. J ve S (she) sesleriyle yüklü, biraz Türkçeyi anımsatıyor uzaktan duyulduğunda. Hele Amalia Rodrigez’in (yeni kuşak Portekizli bilmiyor ismini) altın sesinden Fado’ları (Portekiz türküleri) dinlerken.-

Jose Saramago, odukca ‘politik’ bir adam. Portekiz’deki bütün yazar çizerler gibi, o da ‘kayıtlarda’ komünist olarak geçiyor. O Ano Da Morte De Ricardo Reis adlı romanında Portekizli şair Fernando Pessoa (1888-1935) ile diyaloglar yer alır. Pessoa, Lizbon’da doğmuş ve sonra Güney Afrika’ya göçmüş. Şiirleri ölümünden sonra ilgi görüyor nedense. Teknik olarak Ezra Pound’a benzetiliyor. Bu da bugün Kanarya Adaları’nda yaşayan Saramago’nun Ezra Pound’a ilgisini biraz açıklıyor. Ezra Pound, Tagor’u da çok övmüş. Nereyi karistirsaniz bu yazarların ismini birbirleriyle yanyana görüyorsunuz. Eliot, Ezra Pound, Tagor, Pessoa ve Joze Saramago. Bu ilişkiyi araştırmak iyi bir doktora tezi olabilir.

Saramago, oldukça bağımsız düşünebilen bir yazar. 1969’da, yani askeri diktatörlüğün partiyi yeraltına ittiği dönemde, Portekiz Komünist Partisi’ne katılmış; sonraları ise Parti’yi kıyasıya eleştirmiş. 70’li yıllarda para sıkıntısı çekmiş ve hayatını çeviri yaparak kazanmış. 1979’da belini dogrultabilmis ve tekrar yazmaya başlamış. Uluslararası ünü 1977’de yayınlanan Manuel de Pintura E Caligrafia isimli romanıyla üç veriyor. 1991’de ise O Evangelho Segundo Jesus Christo isimli romanıyla Kazancakis’in Last Temtation of Christ’i (“Günaha Son Çağrı”) gibi Hristiyan değerlerine ters düşen bir temayı işlediği için Portekiz’de gürültü koparıyor. Önce Avrupa Birliği Edebiyat Yarışması’ndan çıkartılıyor, sonra da tepkiler üzerine aday listesine tekrar ekleniyor…

Türkçe dahil altı dili çok iyi bilen Istanbullu bir Rum, bana “Bazı şeyler vardır ki Türkçe’den başka hiç bir dilde anlatılamaz,” derdi. Doğrudur.Buna rağmen ve çeşitli nedenlerden ötürü,Türk dilinin evrensel boyuttaki yazarlarından hiç birisi Nobel’e layık görülmedi Akademi tarafından. Başlarda da söylediğim gibi, ben bundan hiç gocunmadim. Hayiflananlara da: “Amaaan allasen, vermesinler; vermezlerse vermesinler be anam, bacım, yiğidim, koçum; vermesinler be kurban… Neme lazım elalemin Nobel’i?” filan diye teselli doseniyorum, ama, gönlümden geçen baska… Yani, Türkiye, kendi yazarını cizerini kendi ödüllendirmiş mi de, başkalarından ödül bekler?

Ödüllendirmeyi bosgec babacim, bak su sicilimize… Yunus’tan alalım, Pir Sultan’dan verelim… “Ne efsunkar imişsin ki ey hürriyet / esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten” diyen ve soluğu Magosa’da alan Namık Kemal; “Fesim namusumdur, cikartmam” deyip sürgün yolunu boylayan Mehmet Akif; 17 yıl mapus yattıktan sonra Anadolu Kavağı açıklarında denizle didişen bir takadan “Beeeennnn Türk şairi Nazım Hikmeeeeet!” diye Rusça ve Fransızca bağıran, Polonya bandıralı bir şilep tarafından (Kaptan şiire düşkündü zağar) güverteye alınan, sonra da: “Yürek değil be, çarikmis bu manda gonunden” diye dizeler düşen, yurt, evlat, dost hasreti ile yad ellerde olup giden Nazım; yokluk yoksulluk içinde genç yaşta tüberkülozdan ölen büyük şair Orhan Veli; solcu diye bir ilçeden ötekine sürülen, yine de devlet hizmetinden caymayan Cemal Süreya; yarı ömrünü hapislerde geçiren Aziz Nesin (Iran Sahi’na hakaretten de 18 ay hapis cezası ‘verdik’); Milletvekili olarak konuştuğu kürsüde saldırıya ugrayararak bir gözünü yitiren Çetin Altan; mapus yollarını asindirmis daha daha nice yazar… Kemal Tahir, Orhan Kemal, ödülünü almaya gitmesin diye pasaportuna el konan Yaşar Kemal… Yerel otorite tarafından doldusura getirilip, Sivas’ta Madımak Oteli’ni kundaklayan ehl-i müslimin kurbanı Metin Altiok…

Şimdi, siz kalkın da Akademi’ye icerleyin, ödülü bize vermiyorlar diye…

İşin aslı odur ki, güzelin, doğrunun, haklının ödülü kendinden menkuldur.

Vermesinler ulen, vermezlerse vermesinler…

Hale KORAY

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Kültür&Sanat
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular

  • Michel Welbeck ve Umutsuzluğun Günahı – Julian Barnes

    1998 yılında Paris’te düzenlenen Prix Novembre’nin jüri üyelerinden biriydim; adından da anlaşılacağı üzere edebiyat sezonunun sonunda verilen bir ödüldü. Goncourt jürisi Welbeck’in romanını yanlış anladıktan ve diğer jüriler hatalarını...
  • Patricia Esteban Erles; Oyun

    Patricia Esteban Erles, çağdaş bir İspanyol yazar ve gazetecidir. Kısa öykü yazarı olarak tanınır. Eserleri, Zaragoza Üniversitesi’nin “Kısa Öykü Ödülü”, “XXII Santa Isabel de Aragon Araştırma Ödülü” ve “Dos...
  • Kutzeye’nin Edebiyat Dünyası L. Doktorova

    John Maxwell Kutzeye (d. 1940), 2003 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Nobel Ödülü’nü dördüncü kez bir Afrikalı, ikinci kez de bir Güney Afrika temsilcisi kazandı. 1991 yılında bu prestijli edebiyat...
  • Fütürist Ne Demek?

    Fütürist, geleceği tahmin etmeye ve analiz etmeye odaklanan bir uzmandır. Fütürizm, geleceğin nasıl şekilleneceğini anlamaya çalışan bir disiplindir ve fütüristler, trendleri inceleyerek, teknolojik gelişmeleri analiz ederek ve toplumsal değişimleri...