Milenyum Türküleri (Son): Milenyum

‘Fiziksel’ olan.. Nasıldı şimdi bu fiziksel alemin yasaları.. Şöyle miydi: naçiz beyinlerimizin zamanı ileri diye algıladığı yönde entropi artar.. Hawking’in verdiği basit örnekle odanız kendi haline bırakıldı mı sürekli...

‘Fiziksel’ olan..

Nasıldı şimdi bu fiziksel alemin yasaları.. Şöyle miydi: naçiz beyinlerimizin zamanı ileri diye algıladığı yönde entropi artar.. Hawking’in verdiği basit örnekle odanız kendi haline bırakıldı mı sürekli dağılma eğilimindedir..

Çok şükür fizik yasaları esnek bir alan bırakıyor: zaman zaman ve yer yer ‘maksimum entropi’ye değil ‘minimum enerji’ye yönelik tepkimeler oluyor, geçici olarak değişik karmaşıklıkta bileşikler, yapılar oluşuyor.. Genel kural değişmiyor, entropinin bu yerel azalması başka bir yerde daha büyük bir düzensizliğe yol açarak toplam entropinin artmasını sağlıyor, ama yine iyi: bu sayede bazı karbon atomları bazı oksijen, azot, hidrojen, fosfor atomlarıyla birleşerek sizin benim oluşmamıza açık kapı bırakıyor..

Biyolojik ölüm geçici olarak bedenimizde birleşmiş karbon ve bilumum atomların bağımsızlıklarını ilan etmesidir.. Vaktiyle rahmetli dedemin karaciğeri, böbreği olarak vazife yapmış karbon atomları şu anda kimbilir hangi ağacın yaprağı, kuşun gagası, ocağın kömürü oldu.. Fani bedenin doğal sonu.. Entropi ölümdür..

Bu karbon dediğimiz öyle de bi meret ki, malum dört bağlıdır.. Başka bazı karbon atomları ta kimbilir ne zaman, kendilerine bırakılmış esnek alanı istismar etmiş, sadece birbirleriyle düzgün dörtyüzlü şeklinde bağlar kurup, evet elbet bigün dağılacak, ama naçiz bedenlerimize kıyasla pek daha kararlı yapılar oluşturmuşlar: elmas.. Bu atomlar asırlardır, biyolojik hayatın şurasında burasında yeralan eşdeşlerine göre epeyce sıkıcı bir ömür sürüyorlar.. Hep aynı kristal yapının içinde.. Her tuttuğunun altın olması isteği kabul edildiğinde pek sevinip sonradan fıttıran kral gibi.. İyi ki bütün karbonlar tutup elmas olmamış.. Kristalleşme ölümdür..

Biyolojik hayat iki aşırı ucun; kaosla kozmosun arasındaki aralığın ürünüdür..

 

‘Biyolojik’ olan..

Biyolojik hayatta olan biten, fizik yasaları düzleminden bakıldığında aleladedir.. Ha falan yerde sodyumklorür suda çözünmüş, ha filan yerde aminoasit oluşmuş.. Bunlar ha falan dağda rüzgar esti diye olmuş, ha filan çakal ceylanı yedikten sonra olmuş.. Yine de yepyeni bir yasa bu, biyolojik yasa.. Kendisini önceleyen fizik yasalarının tamamen içinde, ona uygun.. Fakat başka bir düzlemde fizik yasalarının umursamadığı yeni düzenlilikler öngörüyor..

Bireylerin türdeşleriyle topluluk halinde değil de tekil olarak yaşamasi, bildiğim kadarıyla ciddi bir istisna.. Karınca karıncalarla, ceylan ceylanlarla yaşar, çakal tek başına avlanma yeteneğine sahip, o bile bi avantaji olacak ki, sürüsüyle yaşamayı tercih ediyor.. Hadi saldırı ve savunma için hiç ihtiyacı olmadığını varsayalım, ne bileyim adam en azından çiftleşeceği zaman dağ bayır dolanmak istemez.. Türlerin bireyleri birarada yaşıyor, birbirlerine karşı ‘kayıtsız şartsız dayanışma’dan ‘olurolmaz mücadele’ye uzanan bir yelpaze içinde değişken davranışlar sergiliyorlar, bunu da (tamamen değilse) önemli ölçüde içgüdüleri doğrultusunda yapıyorlar..

Yerküremizde yaşayan canlılar arasında içgüdüleri en fazla yatak yorgan örtülmüş, derinlere gömülmüş olanı insandır.. Açık arayla.. Nedense neden.. Yavruların ebeveynle uzun zaman geçirmek zorunda olması mı, zihinsel ve dilsel yeteneklerinin gelişkin olması mı, soyutlama yeteneği ve ölümün farkına varması, ölümsüzlüğe olan dinmez merakı mı.. Bunlardan biri öbürünün, hepsi birbirinin sebebi sonucudur belki.. Veya degildir, ne bilirim.. Şunun altını çizelim: insanlar arası ilişkiler biyolojik temelleri kadar, belki daha fazla kültürel etkenler dogrultusunda şekillenir.. Bu kültürel etkenlerden bir kısmı birbirinden habersiz toplumlar arasında bile ortak özellikler gösterir, veya biz şimdi tarihi baştan yazarken öyle iddia ediyoruz.. Bunlara ‘insanlık’ diyoruz..

Toplumsal hayatta olan biten, hem fizik hem biyoloji yasaları düzleminden bakıldığında aleladedir.. Ha falanca hakkın rahmetine kavuşmuş, ha filancalar birbiriyle çiftleşmiş.. Ha testesteronu arttığı için çiftleşmiş, ha (biyolojinin hiç tanımadığı bir lisanda) buna ‘aşk’ demiş.. Yine de yepyeni birtakım duzenlilikler var ortada.. Kendisini önceleyen fizik ve biyoloji yasalarının tamamen içinde (bazı durumlarda uygunluğu su götürür).. Fakat başka bir düzlemde fizik ve biyoloji yasalarının umursamadığı yeni ‘değerler’ üretiyoruz..

 

‘İnsani’ olan..

İnsanlık nedir.. Mesela ceylanlık, karıncalık diye bişey yok (çakallık var, ama çakala ithaf ettiğimiz insani özellikleri tarif ediyor).. Sanırım üç ana başlıkta tasnif edebileceğimiz değerlerden bahsediyoruz: etik, estetik ve bilim.. Ağırlıklı olarak da ilki sanırım, ‘insanlık ölmüş’ dediğimizde genellikle ‘eskisi kadar şiir okumadığımızı’ veya ‘merakımızın azaldığını’ değil ‘insanlar arası ilişkilerin kötüye gittiğini’ kastederiz.. Veya öyle olsun olmasın, ben bu yazının kapsamı içinde insanlığın ayırdedici özelliklerinden en azından biri olan etikle ilgileneceğim (esasen söyleyeceklerimi sanırım daha dolaylı olarak estetik ve bilim için de uyarlayabilirim, ama o vakit yazı şişer.. Ki aslında zaten de şişmekte)..

Dinsel inancınız varsa durum değişebilir.. Ben etik değerlerimizin dünyevi açıklamaları olduğuna, uhrevi olmadıklarına inanıyorum.. İnsan yokken yoktular, insanla birlikte, insan idrakinin çerçevesi içinde, insan tarafından, insanların serbest iradeleriyle üretildiler.. Üretilenlerin bir kısmı zaman içinde yokoldu, yenileri üretildi.. Yokolmaya, yeniden üretilmeye devam ediyorlar.. Bu değerler bize ‘kayıtsız şartsız dayanışma’dan ‘olurolmaz mücadele’ye uzanan bir yelpaze içinde değişken davranışlar, tavırlar telkin ediyorlar..

Müsaade edin, ufak bi akıl yürütme yapayım (uçayım).. Biyolojik seçilimin tek insan bireylerini türdeşlerine ihtiyaç duymaksızın tek başlarına varkalacak derecede donanımlı yarattığını varsayalım.. Çakal kadar yırtıcı, atmaca kadar keskin görüşlü, ceylan kadar hızlı.. Diyelim ki üstüne üstlük metabolizmasi da türdeşlerini görünce bi şekilde hırçınlığını artıracak bir hormon salgılıyor.. Ama tek başına avlanabildiği, tek başına kendini koruyabildiği için doğal seçilimden alnının akıyla çıkmış.. Hah işte böyle olsaydık, gizil zihni melekelerimiz ne kadar kuvvetli olursa olsun, bunu soyut bir ‘insanlık’ tanımı yapmak için, etik değerler üretmek için kullanmaya ihtiyaç duymayacaktık.. Birarada yaşamasaydık, birarada yaşamanın deneyimlerini biriktirmeyecek, bu deneyimlerden bir değerler kümesi süzmeyecektik.. Maddenin gazötesi plazma hali biyolojik hayat için neyse, tamamen kendine yeterlilik ‘insanlık’ için odur.. Varolma gerekçesinin ortadan kalkmasıdır, ölümüdür..

Bu saatten sonra (veya bu saatte) yakında veya uzakta böyle bir ihtimal görünmüyor, bizden ziyade maymuna yakın büyük dedelerimiz velev ki üçbeş biliyor bile olsa, insan bireyleri tek başına varkalma tekniklerini kuşaklar önce unuttular.. Öte uçta, insanlar arası ilişkileri, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kurallara bağlayabiliriz.. Bireyleri serbest iradelerini, vicdanlarını kullanmalarına gerek duymayacak mutlak düzenlemeler altına sokabiliriz.. Bunu siyasi örgütlenmelerimiz eliyle, yazılı yasa şeklinde yapabiliriz.. Çok katı tabularla, sözlü dogmalarla yapabiliriz.. Binyıl değişmeyecek toplumlar tasavvur ederek yapabiliriz.. Yeni nesilleri binyıl itiraz etmeyecek şekilde yetiştirerek yapabiliriz.. ‘Binyılcılık’ insanlığın ölümüdür..

İnsanlık, iki aşırı ucun, tümden başınabuyrukluk ile çok sıkı kurallara dayalı birlikteliğin arasındaki aralığın ürünüdür..

 

Binyılcılık..

Hep olageldi.. İslam’da nizamıalem, hristıyanlık’ta isa’nın krallığı, çin’de kimbilir ne, ama mutlaka bişeydir, adı verilen istikrarlı toplum özlemi, modern çağların yepyeni bir icadı değil.. Dinlerin ilk çıkışlarında varlık sebebi, oturdukça meşruiyet dayanağı bu değil mi aslında.. İktidar-toplum ilişkisinden aile içi ilişkilere, ticaretten ceza hukukuna hayatı genel bir şemsiye altında düzenleyen ve giderek donan bir değerler manzumesi.. Siyasi egemenlerin adını ölümsüzlüğe ulaştıracak, toplumun üst kesimlerinin üst kesimliğinin devamını, orta ve alt kesimlerin de en azından sefalet çekmemesini sağlayacak sihirli formül, bir ‘büyük koalisyon’.. Veya ‘büyük koalisyon hayali’.. Çünkü hiçbi vakit gerçekleşmedi.. Yakındoğu’nun kuvvetli siyasi rejimleri, roma, pers, bizans, abbasiler ve osmanlılar ne özdeş uyruklara, ne özdeş olmayan uyrukları özdeş kılacak, beklenmedik iç dinamikleri denetim altına alacak araçlara sahip değildiler.. İkincisi, gerek bunlar, gerek çin’de daha özdeş uyruklara sahip hanedanlar, binyıl geçmeden dışarıdan yine gelecek barbar istilasının tehdidi altındaydı..

Siyasi egemenlerin ve toplumun üst ve hatta orta sınıflarının onayını almayan muhalif toplumsal akımların da içlerinde bir binyılcılık nüvesi beslediğine dikkat çekmek gerekiyor.. Yaklaşık olarak çağdaş olan jan hus ve bedreddin birer öze dönüş vaiziydiler.. “bu adalet denen mereti siz beceremeyeceksiniz, bırakın biz becerelim”.. Bedreddin’in arkası gelmedi.. Hus ise herhalde kendisinin hiç kestiremeyeceği dinamikleri tetikledi, ortaçağ boyunca avrupa’nın orasından burasına sıçrayan toplumsal gerginliklerin sonuçlarını tasavvur bile edemeyeceğini düşünüyorum.. Daha yakın dönemlerde dünyanın çeşitli bölgelerinde, en meşhuru sudan’daki, modernite karşıtı başarısız mesiyanik ayaklanmalar biliyoruz.. (1920’de ukrayna’da, onbeş sene sonra ispanya’da ortaya çıkan taşra kökenli anarşist kalkışmalar da bunlara dahil edilebilir.. Siyasi iktidar hedefi koymamalarıyla diğerlerinden ayrılırlar, bunlara ‘ahir zamanın pastoral binyılcıları’ demek daha doğru olabilir.. Hayır, keşke franko ve troçki kazanacağına durruti ve mahno kazansaydı, o ayrı.. Burada sadece, siyasi iktidar projesi içermeyen, ama bunun yerine toplumun iç baskı mekanizmalarını ikame etme tehlikesi taşıyan alternatif binyılcılıklara dikkat çekmek istiyorum)..

Bu laf kalabalığının ardından söylemek istediğim şu.. İstikrara, dondurulmuş toplumsal ilişkilere, vicdana ve serbest iradeye alan bırakmayan kurallar bütününe olan talep siyasi egemenlerin kendibaşlarına oynadıkları bir oyun değil.. Ahalide böyle bir talep, en azından gizil olarak var, dönem dönem bazı kişiler, kadrolar bu talebi siyasi bir programa dönüştürüyor.. Yirminci yüzyılın özellikle ilk yarısı bu programların nerelere ulaşabileceğini gösterdi.. Naziler, ölse vicdanını kimseye teslim etmeyecek bir halkın başına geçmedi.. Hitler “bin yıllık reich” diye haykırdıkça sevinçle ellerini çırpıştıran bir kitlenin, evet biraz şaibeli ama, oylarıyla devraldı iktidarı.. Mussolini gençlik yıllarında bir sosyalistti, faşist ideolojide yoğun önem atfedilen ‘kooperasyon’ ve hatta faşizmin adı (faş, tek tek zayıf olduğu halde biraraya geldiğinde kırılamayan odun demeti demek), projenin siyasi iktidar taliplerinden gelmekle birlikte kitlenin damarını yakalamaya çalıştığını gösterir.. Bolşevikler, evet, toplumun alt katmanlarının ayaklandığı bir devrime önderlik ettiler ve iktidarlarının ilk çeyrek asrını korkunç bir dönüştürme ile geçirdiler.. Ama kitlelere vaadedilmiş olan, geçici proletarya diktatörlüğünün ardından gelecek bir “dünyada cennet”ti, ütopya varsa tanımı gereği donmuştur, değişmezdir.. Daha da beteri, 70’lere 80’lere ulaşıldığına toplumun daha vaadedilmiş cennet’e ulaşmadan evvel uyuşma belirtileri göstermesi.. Bol bulamaç olmasa da mebzul miktarda yiyecek, merkezi sistemden evlere sıcak su, ücretsiz eğitim ve sağlık.. Orta sınıf daha ne ister ki..

 

Cesur yeni dünya..

Faşizm ve komünizm, erken ötmüş horozlardı.. Değişik yöntemler de öngörseler, modern ve istikrarlı bir orta sınıf toplumu kurma projeleriydiler.. Meşruiyetlerini sadece kaba baskıdan değil, çoğunluğun doğrudan veya zımni desteğinden alıyorlardı.. Kaba baskı sadece projeye çeşitli sebeplerle itiraz eden bir grup (etnik veya siyasi) azınlığa uygulandı ve evet, çok dramatik sonuçlar verdi.. Orwell ‘1984’ü yazdı.. Ve sonra yıkılıp gittiler.. Sabırsızdılar, binyıllarını biran evvel başlatmak için geçmişten aldığı hızla süren toplumsal dinamiklerin dinmesini beklemek istemediler..

Bugün tehlike, eğer varsa, ‘1984’ değil, huxley’in ‘cesur yeni dünya’sıdır..

Antik ve ortaçağlardan bu yana dünyada değişiklikler var:

Üretim, sanayi devriminin ardından muazzam düzeyde arttı.. Evet nüfus da arttı.. Ama üretim en azından batı avrupa ve kuzey amerika’da artan nüfusa da yetebilecek kadar arttı..

Dünya işgal edildi.. Artık dünyanın bir köşesinde ne yaptığı ne ettiği ne vakit azıp saldıracağı bilinemeyen hunlar, moğollar yok..

Bunlar 1930’da da iyikötü böyleydi.. 1930’dan bu yana da bazı değişiklikler var..

1930’da henüz tam oturmamış olan ‘modern etik’ giderek oturuyor.. Bu bitmiş bir süreç değil, oturmaya devam ediyor.. Kapitalizmin, faşizm ve komünizm hadiselerinden dersini iyi alarak ‘sosyal devlet’ politikalarını dikkatle uygulamaya koymasını bu bapta sayabiliriz.. Artık ‘yoksulları ve kelaynak kuşları’nı bizim adımıza düşünmeleri için kurumlarımız var.. Öte yandan toplum da, yine en azından batı avrupa ve kuzey amerika’da üremeyi dondurdu.. Artan refahın toplumun en alt katmanlarına bile mebzul miktarda ulaşma olanağı arttı..

İletişim devrimi yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.. Dünyanın çeşitli yerlerinde çağrıya cevap verecek seçkin adaylarının bu çağrıyı duyması eskisinden çok daha büyük bir hızla gerçekleşiyor.. Televizyon ve internet bir nevi ‘otomatik misyoner’ rolünü büyük bir başarıyla oynuyor.. İşgal ‘derinleşiyor’..

Ve belki de en önemlisi, hızla ilerleyen, merakla beklenen, bugünlerde olduğu gibi aradabir verilen ‘ara gazıyla’ daha da hızlı ilerlemesi ve daha da merakla beklenmesi sağlanan genetik devrimi..

 

Genom..

İnsanın bilme merakına neredeyse kutsal bir önem atfediyoruz.. Ben de ediyorum.. Ama her an bir adım ötede o faydacı soru: “ee, öğrendik.. Peki bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak”..

Öyle ya, bilgi dediğin bi işe yaramalı.. Ya nüfusumuzu artırmamıza, ya da istikrarımızı pekiştirmemize yaramalı..

Fiziğin kanunlarını öğrendikten sonraki ikiyüz yıl içinde bunu buhar makinesine, elektrik üreten barajlara, otomobile, uçağa, traktöre tahvil ettik.. Ucundan kıyısından öğrendiğimiz bitki ve hayvan genetiğini gıda sektöründe kullanmamız için kimse öyle asır falan beklemedi.. Şimdi önümüzde yepyeni, uçsuz bucaksız bir derya var.. İnsan genomu..

İnsan ‘tasarı’nın öznesi olmaktan nesnesi olmaya gidiyor..

Ahali artar.. Artan ahali kanun ister.. Daha zarif ahaliler otoritenin dikte ettiği kanun yerine daha içsel bir jandarma ister.. Yüzyıllardır bu jandarmayı babadan kalma yöntemlerle, eğitimle oluşturmaya çalışıyoruz.. Çok şükür, artık musibeti kaynağında önleme imkanı ufukta gözüktü..

Genlere hükmetmenin gerçek tehlikesi ortaya çıkabilecek manyak frankeştayn’lar değil.. Hepimiz kendi çapımızda birer doktor frankeştayn’ız.. Doğanın bize bahsettiği üreme yeteneğimiz tasarlanmamış, demek ki kusurludur.. Çunku kusurlu bireyler çıkarabiliyor.. Eğer önceden tesbit etmek, önlemek ve hatta değiştirmek mümkünse kim çocuğunun özürlü olmasını ister.. Eğer yarın öbürgün işe girerken genetik rapor istenecekse kim çocuğunun düşük iq’lu olmasını ister.. Suça eğilimi artıran bir gen olduğu ‘tesbit’ edilirse, ana rahmindeki çocuğunuzda da bu genden varsa çocuğu aldırır mısınız.. Belli bir genin çocuğun sigara içme ihtimalini artırdığı ‘saptanırsa’ ve sigorta şirketleri sigara içenleri yüksek risk grubuna dahil ediyorsa, daha doğmadan gen tedavisi uygulatır mısınız çocuğunuza.. Ya mesela televizyonda uzmanlar bangır bangır onsekizinci genin hipergamma bölgesindeki bir gen diziliminin ‘uyumsuzluk’ geni olduğunu ‘ispat ederse’, “yahu neymiş bu uyumsuzluk geni, öyle boktan gen olmaz” mı dersiniz.. Yoksa ne olur ne olmaz, işinizi sağlama mı alırsınız..

‘Saptama’yı, ‘ispat etme’yi kasten tırnak içine aldım.. Haberiniz olsun, onbeş seneye kadar yepyeni uzmanlarımız olacak.. Şimdi nasıl nükleer enerji uzmanlarımıza bir iş gerekiyorsa, onlara da o gün bir iş gerekecek.. Kimseyi bişeye zorlamalarına gerek yok, öyle nazik bir konudan bahsediyoruz ki, hürriyet gazetesinin arka sayfasında yapacakları küçük uyarılar yeterli olacak.. ‘Uyumsuzluk’u tanımlayan da onlar, tesbit eden de, önleyen de.. Onlar çalar, onlar söyler.. Biz cahiller de oynarız..

 

Az sonra..

Şu anda ortada görünür bir ‘binyılcılık’ tehdidi yok.. Geçmişten gelen hız var, eylemsizlik momenti hızla gelenin bir müddet daha hızla devinmesini sağlayacak..

Emareler.. Bence var.. İkiyüzotuzsekizinci yeni dünya düzeni’nin mimari clinton’dan, istikrar kelimesini duydukça içi bi hoş olan, arka arkaya sayılar sıralarken kendinden geçen dokuzuncu cumhurbaşkanından bahsetmiyorum.. Sizden, benden bahsediyorum.. Asırlardır kendinden beklenen randımanı bitürlü verememiş ‘eğitim’in yerine çok daha elverişli bir oyuncak bulduk.. Tasarım..

Diyelim ki kağnıya dingil yapılacak, ara ki uzun ince düz odun bulasın.. Veya yamuğunu bulasın da sonradan ‘yonta eğite’ bi hal olasın.. Halbuki fabrika varsa öyle mi ya, ver koca kütüğü, yüz düzgün dingil çıkarsın..

Ağacı yaşken, hatta daha yeşermemişken ‘eğme’ olanağı….. Az sonra..

Çocuğu yaşken, hatta daha yeşermemişken ‘eğitme’ olanağı….. Az sonra..

Siyasi egemenlerin adını ölümsüzlüğe ulaştıracak, toplumun üst kesimlerinin üst kesimliğinin devamını, orta ve alt kesimlerin de en azından sefalet çekmemesini sağlayacak sihirli formül, büyük koalisyon….. Az sonra..

Yarın öbürgün, ‘ola ki’ bir binyılcılık zuhur ederse.. Bu sefer abbasi halifelerine, kutsal roma-germen imparatorlarına, tang hükümdarlarına (ve bunların uyruklarına) göre çok daha şanslı olacak.. Yeni bir ortaçağ gelirse onu dışardan yıkacak barbarlar çoktan iğdiş edildi.. Şimdi elimize iç dinamikleri kontrol etme yönünde muazzam bir araç geçiyor.. Hevesle bekliyoruz.. Karşılığı ne..

İnşallah 95 yaşına kadar yaşayacağız..

 

Nesi kötü..

Yazarken yazarken kendim de karıştırıyorum kafamda.. Nesi kötü.. Yeni cesur dünya’ya doğacak çocuklar, eğer o dünya hakikaten huxley’in korktuğu kadar cesursa, benim terimlerimle düşünmeyecekler.. Binyılcılık diye bi endişeleri olmayacak, çünkü binyılcılık diye bi düşünceleri bile olmayacak.. Ortaya çıkabilecek bikaç üretim hatası dışında şikayet eden de olmayacak..

Endişemi hiçbi nesnel sebebe dayandırmıyorum.. Tamamen öznel.. Kaçınılmaz olarak bi miktar ajitatif, bi miktar da romantik olacak..

Başa sarayım.. Karıncalar karıncalarla yaşar.. Aralarındaki ilişkiyi çok kuvvetli bir ‘donanım’, içgüdüleri düzenler.. İnsanlar da insanlarla yaşar.. Donanımları çok derinlere gömülmüştür, aralarındaki ilişkileri o donanımın üzerine yazılmış bi ‘yazılım’, yani kültürel etkenler düzenler.. Kültür insanlar tarafından ‘yazılmıştır’.. ‘Gönül ister ki’, yazılmaya da devam etsin.. Hem de kelimelerin ingilizce karşılığının çağrıştırdığı gibi bu yazılım olabildiği kadar ‘yumuşak’ olsun, gerektikçe tekrar tekrar, üstüne üstüne yazılsın.. Her nesil, hatta her birey tasarlamadığı, kimsenin de onun için tasarlamadığı ‘yabancı’ bir ‘maddeler dünyasında’, insan olmanın dramını tekrar tekrar baştan yaşasın.. Kendi serbest iradesiyle, vicdanıyla yazılımını yeni baştan oluştursun..

Yoksa ‘insani olan’dan çıkar, ‘biyolojik olan’a döneriz..

İfade biraz muğlak olursa kusura bakmayın, tektip insanların birarada yaşadığı toplum, karbonla karbonun birleşerek oluşturduğu elmas gibi görünüyor bana.. İstikrarlı, göz alıcı, ama ilginç değil.. Her tuttuğumuz altın olursa, hikayedeki kral misali tez zamanda fıttırırız.. ‘Gönül ister ki’, seçmediğimiz, belki istemeyeceğimiz kusurlar olmaya devam etsin.. Ki biyolojinin akıl ermez hünerleri hayata, iyi mi kötü mü olduğuna bizim baştan karar veremeyeceğimiz yeni seçenekler sunsun..

Yoksa ‘biyolojik olan’dan bile çıkar, ‘fiziksel olan’a döneriz..

 

Özgür ÇEVİK

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Yaşam
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular