Balkanlara kendimi bildim bileli hep ilgi duymuşumdur. Öyle ki o bölgede gitmediğim ülke kalmadı. Çoğu şehri de görme fırsatım oldu. Ancak benim aklıma hep iki şehir gelir, Saraybosna ve Üsküp. Çoğumuzun bu şehirlerle ilgili az çok bir bilgisi vardır. Saraybosna’ya nazaran Üsküp daha yakın olduğundan yılda bir iki kere bu şehri görmeye giderim. Dikkatinizi çekerim, kişileri değil, şehri görmeye. Yahya Kemal’in memleketi olan bu şehrin kalbimde özel bir yeri vardır.
Bir gezimde Makedonya’da Yörüklerin olduğunu duydum. Hemen araştırmaya başladım, nerede yaşar bunlar. Plaçkovica Dağı ve civarında yaşadıkların öğrendikten sonra kısa bir ziyaret planladım. İlk seyahatimi Yörüklerin buralarda gerçekten yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmek ve hangi şehir ve köyleri daha ayrıntılı gezmem gerektiğini tespit etmek için gerçekleştirdim. Aslında bu iki günlük kısa geziye bir ön gezi diyebiliriz.
Nisan ayında yaptığım bu geziden sonra artık hemen hemen nerelere gideceğimi biliyordum. Bu bölgelere kendi arabanız olmadan gitmenize imkân yok. Ben de buralara aracımla giderken yanıma bolca şekerleme alıyordum, rastladığım çocuklara vermek için.
Ve gezime İştip (Štip)’ten başlıyorum. Doğu Makedonya’nın en büyük ve şirin bir şehri burası. İştip’in köftesiyle meşhur olduğunu duymuştum. Bu şehir Radoviş ve Vinica şehirleri ekseninde uzanan Plaçkovica (Plackovica) Dağı’nın batısında yer alıyor. Bulgaristan sınırına çok yakın olan bu bölgenin en yüksek dağlarından biri olan Plaçkovica’nın zirvesi 1754 metre. Şehirde Osmanlıdan çok az bir iz kalmış. Uzaktan bakıldığında harabeye dönmüş ve yıkılmanın eşiğinde bulunan Hüsamettin Paşa Camii fark edilebiliyor sadece. Elimde harita ve arabamın navigasyon cihazı eşliğinde çevrede gezime başlıyorum. Yörükler daha çok yüksek dağ köylerinde yaşıyor. Bu durumun hem olumlu hem de olumsuz yönleri mevcut. Olumlu yanı, Makedon ve Arnavutlardan uzak oldukları için öncelikle dillerini ve dinlerini koruyabilmişler. Ayrıca konuştukları Türkçenin bizimkinden farkı yok, sade ve anlaşılır bir aksanları var. Ancak Makedonya’nın başka bölgelerinde yaşayan Türklerde aynı durumu göremiyorsunuz. Örneğin Gostivar şehri ve civarında oldukça fazla Türk olmasına karşın dilleri daha farklı. Türkiye Türkçesinden farklı olarak özne ile yüklemin yerini değiştirerek konuşuyorlar. Arnavutlardan daha fazla etkilendiklerini ve onlarla evlilik yaptıklarını görebiliyorsunuz. Zaten onlar da kendilerini Yörük olarak belirtmiyorlar. Ön gezim sırasında ve öncesinde yaptığım araştırmalarda Buçim (Buchim) ve Topolnitsa gibi köylerde Yörüklerin olduğunu duymuştum. Buralara ziyaretimde dillerinin gayet anlaşılır olmasına karşın kendilerinin Yörük olmadıklarını söylediler. Dağ köylerinde ovalara doğru inildikçe köy yaşamından ve Yörük geleneklerinden uzaklaşmaların olduğu bariz olarak gözlenebilmekte. Zaten bu köylerin de nüfusları oldukça kalabalık ve beşyüz ile bin kişi arasında değişiyor. Yüksek rakımlı yerlerde yaşamak, Yörüklüğün devamlılığında önemli bir etken olarak görülüyor. Olumlu tarafından sonra olumsuz tarafı ise, diğer topluluklardan daha uzak kalmaları nedeniyle başkalarıyla kaynaşma veya iletişim sınırlı oluyor. Daha çok birbirleriyle evleniyor Yörükler. Diğer topluluklarla evliliklerin çok az olduğunu görebiliyorsunuz. Ayrıca diğer topluluklardan uzak olmak onların dillerini de öğrenmeyi engelliyor. Örneğin köylerde yetişen çocukların hiç Makedonca bilmediklerini gördüm. Ancak ilkokulda belirli sınıflardan sonra bu dili öğrenebiliyorlar. Bulundukları köylerde karışık sınıflarda sadece Türkçe eğitim görüyorlar. Bu konuda Türkiye’den yardım aldıklarını söylüyor köylüler. Bazı köylerin imamlarının da Türkiye’den gelmiş din görevlisi olduklarını öğreniyorum. Buralara cami inşası, okul tadilatı, çeşme yapımı, yol bakımı ve erzak yardımı gibi değişik desteklerin geldiğini belirtiyor köylüler. Özellikle Ramazan başlangıcında daha fazla ayni yardımların yapıldığını belirtiyorlar. Şehirde yaşayanlar daha zenginken bu köylerde yaşayan Yörüklerin oldukça fakir olduklarını görebiliyorsunuz. Bu yüksekliklerde tarım ve hayvancılıktan başka bir şey yapılamaması da normal. Bazı köylerde nadiren seraları görmek mümkün.
Bir köyün Yörük köyü olup olmadığını anlamak çok kolay. Kadınlar veya kız çocuklarının kıyafetinden bu kolaylıkla anlaşılıyor. Daha parlak ve kırmızısı baskın elbiseler bunlar. Yörük olanlar Yörüklüğünü hiç saklamıyorlar zaten. Övünerek hemen belirtiyorlar. Köylülerin en önemli özelliği çok sıcakkanlı olmaları. Aynı dili konuştuğumuzu fark edip Türkiye’den geldiğimi öğrendiklerinde hemen evlerine davet ediyorlar. Fakir de olsalar her zamanki Türk misafirperverliğini buralarda görmek insanı memnun ediyor. Bu güzel hasletleri, yozlaşmaya başladığı ülkemizde bizden kilometrelerce uzaktaki bu insanlarda görmek hayli duygulandırıyor insanı. İlk ikramları, kırk yıl hatırı olan Türk Kahvesi. Bu Osmanlıdan kalma ve tüm Balkanlara bulunan bir adet. Ancak bizdeki gibi çay tüketimi yok buralarda. Hemen hemen bütün topluluklar da kahve tüketiyor. Zaten Balkan coğrafyasının çok geniş bir alanını gören biri olarak size söyleyebileceğim tek şey, Türk kahvesi buralarda, Türkiye’den daha güzel yapılıyor.
Sırasıyla Kılavuzlu (Kalauzliya), Kepekçili (Kepekčeliya), Pırnallı (Prnaliya), Kuçiça (Kuica) köylerini ziyaret ediyorum. Pırnallı Köyünün girişinde bir köy mezarlığı çarpıyor gözüme. Eski ve isimsiz yüzyıllık mezar taşları. Ve hemen köy uzaktan görünmeye başlıyor. Görünümden Türkiye’deki herhangi bir köyden farklılık hissetmiyorsunuz. Ve hemen uzaktan yükselen minare dikkati çekiyor. Türk tipi bir minare. Misafirperver, sıcakkanlı insanlar. Etrafımda küçük çocuklar. Yanımda getirdiğim şekerlemeleri onlara ikram ediyorum. Önce çekinerek alıyorlar. Türkçe konuşmaya başlayınca hemen bir yumuşama ve temas kurma isteği hissediliyor. Pırnallı Köyünde ilk gezimde tanıştığım küçük kız beni görünce hemen tanıyor ve yanıma koşuyor. Beni evlerine davet ediyor, Babasının köyün muhtarı olduğunu öğreniyorum sohbetimiz esnasında. Hemen bir kahve ikram ediyorlar. Türkiye’den getirmiş olduğum küçük hediyeleri ve önceki gezimde çekmiş olduğum fotoğrafları küçük kıza hediye ediyorum.
Büyük çoğunluğu evlerine davet ediyorlar beni. Ve evlerinde o anda ne varsa hemencecik ikram ediyorlar. Konuştukça sıcaklık ve samimiyet daha da artıyor. Atalarının 600 yıl kadar önce Karaman’dan göç ettiklerini öğreniyorum. Aslında ben de bir Yörük olarak onları kendime daha yakın hissediyorum. Onlara değişik sorular sorarak iç dünyalarını anlamaya çalışıyorum. Onlardan hissettiğim başka bir duygu da şu: Türkiye bizim anavatanımız. Burası ise vatanımız. Onun varlığını uzakta da olsa hissetmek onlara bir güven duygusu veriyor. Beklentilerinden, umutlarından, kelimelerinden hemencecik anlaşılıveriyor. Dağ yolunun sonunda bulunan Kuçiça Köyüne varıyorum. Burada beni Hanife Tahir ismindeki teyze evinin avlusunda misafir ediyor. Teyzeyle uzun uzun sohbet ediyoruz. Bu arada etrafımızda evin kızı, gelini ve torunlar dolanıp duruyorlar. Onlar da bizim koyu sohbetimize ara sıra girip çıkıyorlar. Bu şekilde iki gün bu bölgede dolaşıyorum.
Üçüncü gün Radoviş İlinin köylerine seyahate başlıyorum. Burada da Pırnallı (Prnalija), Alikoç (Ali Koc), Kocalı (Kodzalija), Kılavuzlu (Kalauzlija) gibi Yörük köylerini ziyaret ediyorum. Onlar da aynı. Alikoç köyünde, yolun kenarında çok eski bir mezarlık ve içinde de asırlık, büyük meşe ağaçlarını görüyorum. Sanki orada yatanlara bekçilik yapıyorlar. Güzel bir manzara eşliğinde burada kısa bir mola veriyorum. Mezarlık olmasına rağmen insanın huzur bulacağı bir yer burası. Bahçesinde çalışan Zühre Şaban teyzeyi görüyorum, selamlaşıyoruz. Hemen yanıma geliyor. Uzun uzun sohbet ediyorum kendisiyle. Sanki köyümdeki Ayşe teyze, Fatma teyze gibi. Hemen Türkiye’den bahsediyor; akrabalarını, hangi şehirde yaşadıklarını ve hangi şehirleri ziyaret ettiklerini anlatıveriyor. Eşinden, çocuklarından, gelinlerinden ve torunlarından konuşuyoruz; ve köy hayatının zorluklarını sıralıyor ard arda. Daha sonra hemen yukarıdaki Kocalı Köyüne yönelirken, birbirimizi Allaha emanet ederek ayrılıyorum oradan. Yine başka bir gün bölgenin en fakir köylerinden Pırnallı’ya uğruyorum. Burada önce Kemal Mümin ve ailesi beni evlerine davet ediyorlar. Hemen gazoz ikram ediyorlar. Tütüncülük yaptıklarını ve geçen seneki tütünün ellerinde kaldığını üzülerek anlatıyor bize. Köye ara sıra yardım geldiğini, yolunun ve cami minaresinin Türkiye tarafından yapıldığını anlatıyorlar karı koca. O fakirlik içinde hiçbir şikâyet yok dillerinde. Sadece gözlerde umut ışığını hissedebiliyorsunuz. Onları bu halde görünce ben de sıkılıyorum. Yardım edememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Torunu benimle ilgileniyor. Burada çocukların Türkçeleri daha da akıcı. Eski bir televizyon ile Türk kanalını uydudan izliyorlar. Aileyle beraber resim çekildikten sonra oradan ayrılıyorum. Diğer bir köy sakini olan Ahmet Mehmet ve eşi Ayşe Mehmet beni evlerine davet ediyorlar. Bu aile biraz daha kalabalık. Etrafımızda gelinler, kızlar ve torunlar meraklı bakışlarla dinliyorlar bizi. Yine gazoz ikram ediyorlar. Biraz da burada dinlendikten sonra yavaş yavaş otelimin yolunu tutuyorum. Ertesi günü harita elimde hangi köylere gidebilirim diye araştırırken Kozpınar (Kuzbunar) Köyü dikkatimi çekiyor Plaçkovica Dağında. İsmi Türkçe olduğu için orada da bir Yörük bulurum umuduyla yola çıkıyorum. Uzun bir tırmanıştan sonra oraya ulaşıyorum. Serin pınarında suyumu içiyorum. Ancak hiçbir Yörük kalmamış köyde. Sadece Makedonların bulunduğu bir köymüş meğerse. Bütün Yörükler başka yerlere göç etmiş geriye sadece ismi kalmış. Biraz iç burkuntusuyla geriye dönüyorum. Sonra Damyan Köyüne gidiyorum. Ancak burada da Yörük kalmamış, hepsi Makedon. Pek çoğunun ismi değiştirilmesine rağmen bazı köylerin isimlerine dokunulmamış Osmanlıdan sonra. Değiştirilenlerde de fazla Yörük kalmamış. Eski ismini koruyan köylere ise pek fazla devlet yardımının yapılmadığı söyleniyor.
Başka bir gün Ustrumca (Strumiça)’nın köylerine gitmek üzere yola çıkıyorum. Yeni Mahalle (Nova Maala) Köyünden geçerek diğer bir dağ köyü olan Yüksek Mahalle (Visoka Maala) köyüne ulaşıyorum. Burası biraz daha kalabalık. Burada da yaşlı teyze, amca ve çocuklarla sohbet ediyorum. Adeta asırlık özlem giderircesine. Tekrar Nova Maala içinden geçerek geri dönüyorum. Orada hiç Türk yaşamıyor artık. Bizi çağrıştıran pek bir şey kalmamış artık buralarda. Sadece hatıralarda kalanlar var. Yeni sokak ve evlerin arasında tek tük kalmış eski evler ve yarısı yıkılmış, zorlukla zamana direnmeye çalışan bir eski minare. İç burukluğuyla bakıyorum minareye, anı olarak birkaç fotoğraf çekiyorum.
Bir haftalık bir misafirlikte İştip, Radoviş, Ustrumca, Valandova ve Doyran şehirleri ile bazı köylerinin yanı sıra, Yunanistan sınırında bulunan turistik Doyran Gölünü de görerek, Doğu Makedonya’daki gezimi sonlandırıyorum. Umarım sizin de yolunuz bir gün bu sıcak insanların diyarına düşer.
Yazar : Hasan EGE