Maddesel aşk, iki cinsin karşılıklı ilişkilerini yansıtır ve temelinde cinsel hazzın dışavurumunu amaçlayan dolaysız bir amaç gizlidir. Ama söz konusu duygu, sanat yapıtı aracılığıyla yansıtıldığı için sanatsal bir amaç eşliğinde izleyiciye ulaşır.
Freud, her sanat yapıtının bir “itiraf’ olduğu görüşündeydi. Aşk temasını izleksel olarak işlemiş olan sanat yapıtları aşısından bu itiraf nasıl bir anlam taşır? İçe dönük ama her halükârda dışa yansıtılmayı bekleyen duyumsal temalar gibi aşk da iki karşı cinsin buluştuğu yerde filizlenir. Gene Freud psikanalitik kuramda tinsel süreçlerin otomatik olarak “haz” ilkesiyle yönlendirildiği tezine öncelik veriyordu Eskilerin “maddi” ve “ruhani” aşk diye kesin ayrımlarla sınıflandırdığı bu duyumlardan birincisine tekabül eder bu aşk türü; yani maddeseldir. Çıplaklık, esriklik, haz ve bedensellik gibi kavramlar bu türe özgü kışkırtıcı içeriklerle doludur. Rönesans kültürü, insanı ve doğayı keşfederken doğuştan gelen değerlere sadık kalarak kadın bedenini Antik kültürden kaynaklanan “safiyet” duygusunun bir göstergesi olarak ele almıştı. Tercih edilen akademizmin ya da gözde olan klasisizmin gereğiydi bu. Helenistik dönemin Knidos Afrodlt’i, elleriyle bedeninin bazı bölümlerini kapamaya çalışırken bu safiyet duygusunu açığa vurmaktan geri kalmıyordu. Çünkü insan, çıplak yaratılmıştı. Dolayısıyla resimde ve heykelde de çıplaklık vardı ama bu çıplaklık, kösnül duyguları harekete getirecek boyutlardan uzaktı. Örneğin Botticelli’nin istiridye kabuğu içinden doğan Afrodit (Venüs) imgesi, ideal kadın güzelliğinin simgesi olarak kalmaya devam ederken mitolojik öyküde Paris’in onu seçmesindeki nedeni de salt bir çekicilik metaforuna dönüştürmeyi ihmal etmiyordu bu arada. Aynı ressamın ilkbahar alegorisindeki giyimli ya da yarı-giyimli kadın figürlerinden, çıplaklığı dışında bir ayrım getirmiyordu. Bu figürle arasında yaklaşık yirmi yıllık bir zaman dilimi bulunan Giorgione’nin yatan Venüs’ü biraz daha iddialı erotik işaretlerle donanımlı olsa bile sonuç değişmez. Aynı dönemde Lorenzo Di Credi’nin elinden çıkan Uffizi’deki Venüs figürü, bedeninin bir bölümünü gizler ama tanrıçanın alımlı ve haz uyandırıcı yönlerine vurgu yapmaz; duruşu olağanlığı yansıtır. Venedik estetiğinin başyapıtlarından biri olarak her zaman itibar görmüş olan Giorgioni’nin “Kır Konseri”nde yaz gününün rehaveti içinde kendini müziğin uyumuna kaptırmış olan yarı çıplak kadın figürü, bir aşk öyküsünü dile getirir gibi alımlı bir dönüş hareketi içindedir.
Venüs tasvirleri ve arayı dolduran çıplaklarla ingres’in” Türk Hamamı”ndaki kadın figürlerine geliriz. Orada artık “dünyevi” çıplaklarla karşılaşırız, imgesel olmasına imgeseldir, gözlem ürünü değildir bu figürler, ama oryantalist düş gücünün ürünü olmak, onlara gerçek-dışı boyut katmamıştır; tensellik her şeye egemen olmaya başlamıştır artık. Bu durum, biraz da çağdaş dünyanın çıplaklığa bakışındaki yeni ayrıma gönderme yapmaktadır. Orada havada uçuşan muzip Cupidon’ları bulamazsınız.
Bizzat ingres’in deyimiyle, sükûnet bedenin ilk güzelliğidir orada. Aşk ve kadın-erkek ilişkisi konusunda “giz” dolu resimler yapmış olmasıyla bilinen Balthus hakkında Rene Ghar’ın sözleri de bu sükûnete vurgu yapmış olmuyor muydu; “Balthus’un yapıtı sessizliğin hâzinesindeki konuşmadır”. Baudelaire İngres’in tablosundaki her şeyin düzen ve güzellik, lüks, huzur ve kösnüllük (şehvet) olduğunu vurgularken, evrilme sonucunda çıplaklığın geldiği noktayı işaret etmiş oluyordu. Bundan böyle “yaratıcı ateş” devreye girecek ve bu kez “Kozmik Eros”un renk ve biçim alacası içinde yansıtacağı çağdaş nitelikli bir erotizm etkili olmaya başlayacaktır. Bonnard ve ondan sonra gelenlerin resimlerindeki bu erotizm, daha “dolaylı” bir çekiciliğin ürünüdür.
Maddesel aşk, iki cinsin karşılıklı İlişkilerini yansıtır ve temelinde cinsel hazzın dışavurumunu amaçlayan dolaysız bir amaç gizlidir. Ama söz konusu duygu, sanat yapıtı aracılığıyla yansıtıldığı için sanatsal bir amaç eşliğinde izleyiciye ulaşır. Bu noktada çoğu zaman erotizmle bağdaşık olarak karşımıza çıkan imge yorumu, sıradan izleyiciyi tuzağına düşürdüğünde yapıtın iletmek istediği sanatsal mesaj devreden çıkarılmış olur. Eros (Cupidon J’un oklarından payını alan insan imgesi, Dionizos’un esrikleştirici şarabından da tatmışsa eğer, başını döndürecek bir girdaba kendini bırakacak ve izleyicinin onu yanlış anlamasına yol açacak ve erotik bulacak coşkusunu gizlemeyecektir. Sanat tarihinde her dönemin maddesel ve tinsel aşka bakışını belgeleyen örnekler olmuştur.
J. Gasquet’nin Cezanne için söylediği şeyi, Merleau-Ponty “Göz ve Tin” başlıklı kitabının girişine koymakta haklıydı: “Size anlatmak istediğim daha gizemlidir, varlığın köklerine, duyuların ele gelmeyen kaynağına karışmıştır” (A. Soysal çevirisi). “ Gerçekten de “tin”in nasıl resim yapacağı bilinmez. Ressamın resmine vücudunu kattığını söylerken ne demek istemişti acaba Valöry?
Merleau-Ponty şöyle diyor bu konuda: “Devingen vücudum görünür dünyadan sayılır, ona dâhildir ve bu yüzden de ben onu görünürde yönetebilirim.” Ancak baktığımızı görebildiğimize göre, resimdeki çıplak insan imgesinin hangi anlamı vurgulamak için orada yer aldığı sorusu, ona bakan izleyicinin o imgeye yüklediği anlamla ters düştüğü sürece havada kalacaktır.
İnsanın ürettiği ilk yapıtın kendi bedeni olduğunu öne sürenler yanılmamışlardı kuşkusuz. Tarih öncesinin VVİllendorf Venüs’ü, heykele yansıyan ilk insan bedeniydi. Orada üretkenlikle çıplaklık arasında kurulan bağ, insan imgesinin de belirleyici vasfıydı. Beğenme duygusunu (zevk) sezgi ile açıklayan Bergsoncular bu duygunun zihinsellikle açıklanmasından yana olmamışlardı. Ancak esrime duygusuyla güzellik kavramının üzerine yükselmenin mümkün olduğunu savunanlar. Plotinos’un tinselci bakışını bir kez daha öne çıkarırken tinselci aşkı yüceltmiş oluyorlardı.
Masum erotizmden pornografiye uzanan çizgi üzerinde aşk konusuyla ilgili derecelendirme yapıldığında ve konuya gene sanatın gözlüğüyle bakıldığında sınırlar iyice buğulanır. Kavramlardan yola çıktığınızda bu belirsizlik daha da yoğunlaşır. Devreye etik kavramı girdiğinde ise, her dönemin bu kavrama yaklaşımı açısından sorun çatallaşır. Burada tipik bir örnek olarak Manet’nin sergilendiği dönemde büyük tepkilere yol açan ünlü tablosu akla geliyor. Bugün bize neredeyse olağan görünen bu yapıtın ahlâki ilkeler açısından çarmıha gerilmiş olması karşısında dudaklarımıza hemen bir tebessüm yayılabiliyor oysa. Dok daha ileri düzeyde erotik sosla bezeli olan Courbet’nin cinsel organ resmiyle mukayese edildiğinde. İkincisi aleyhine bir yorum hemen paylaşılacaktır. Oysa başta Picasso ve Rodin olmak üzere cinsellik temasını abartılı biçimde yansıtanlar olmamış değildir. Varlığının bütün anlamını erotizminden çıkardığına inandığı Sade üzerine kitabında Simone de Beauvoir, Sade’ın günümüzde türlü görünümler aklında dönen temel soruna, insanın insanla ilişkilerine eğilmemizi istediğini öne sürüyordu. Hangi türde ya da düzeyde olursa olsun, aşk, insanın insanla ilişkilerini içeren bir kavram olduğuna göre, sanatın ve edebiyatın oldum olası bu ilişkileri konu almış olmasına şaşmamak gerekiyor.
Antik kültürde oran estetiğinden. Barok kültürde ışık estetiğinden söz ettiğimize göre, insanın var oluşundan bu yana bütün çağları ve dönemleri kapsayan bir duyumsallık olarak aşk estetiğinden de söz edebiliriz, ister simge ve alegori biçiminde olsun, ister apaçık betimleyici göstergeler taşısın, aşkı ve cinselliği belli ölçülerde içeren sanat yapıtlarında bu estetiğin payı, ağırlığını duyura gelmiştir bugüne kadar.
Algısal bir duyum olarak sevgi ve karşı cinse yönelik ilgi, her sanatçıda farklıdır ve böyle olması da doğaldır. Ancak bu ilgiyi belirleyen “libido” aşkın dokunsal yanını ortaya koyan temel elementlerden biri olması bakımından sanatçının yorumuna ifade çeşnisi katacak ve yapıtın sanatçısına özgü olmasında etken özellikler arasında yerini alacaktır. Cinselliğin ve erotizmin dozu, bu aşamada kendini gösterir. Bu bağlamda her sanatçının “erotik” bir kimliğe sahip olduğu görüşü yaygındır. Örneğin çağdaş sanatın ikonu olarak Picasso özel yaşamından kaynaklanan girift ilişkiler de göz önüne alındığında, öteki sanatçılara oranla aşk konusunda daha duyarlıdır. Schiele ve Bellmer gibi, aşkı bir tutku nesnesi olarak gören ressamlarda bu duyarlılık somut bir olguya dönüşecektir.
Aşkın metafiziğinden söz eden düşünürler, sanatın her dönemde yansıtmaktan geri durmadığı, kuşkusuz bundan böyle de durmayacağı bu konunun bilinçaltına işleyen kaotik yapısına gönderme yapmakta haklıdırlar.
KAYA ÜZSEZGİN
kayaozsezgin@yahoo.com.tr