Tüm Amerika’yı esir alan “Precious”ın acıklı öyküsü, bu ay Türkiye’ye de sıçrıyor. Neyse ki acının her türlüsüne karşı hazırlıklı bir toplumuz, tabir-i caizse bize sökmez bunlar.
“PRECIOUS: Acı Bir Hayat Hikayesi / Precioııs: Based on the Novel Push by Sapphire”, Amerika’da senenin en popüler bağımsız filmi olarak fırtınalar koparmaya devam ederken, insan düşünmeden edemiyor doğrusu: Amerika, Türk sinemasında ’80’lere denk gelen acıklı filmler döneminin bir benzerini yaşamaya başlıyor olabilir mi? Ne oldu da, “Küçük Gün Işığım / Little Miss Sunshine” veya en uç ihtimalle “Mürekkep Balığı ve Balina / The Squid and the Whale” tadındaki işlevsiz aileler, “Precious”da izlediğimiz saf kötülük yuvasına dönüştü?
Asıl soru şu: Küçük Emrahlar ve Küçük Ceylanlar’ın türevleriyle hiç tanışma fırsatı olmayan, dolayısıyla böyle bir acı edebiyatına göreceli olarak yabancı olan Amerikan halkı, başka bir dönemde çekilseydi “Precious“ı bu kadar benimser miydi?
Bu sorulara cevap aramadan önce, bir noktaya açıklık getirmek şart: Filmin duygu sömürüsüne sırtını dayamadığı iddiası gerçeği yansıtmıyor. Bırakın öykünün kendisini, Obama döneminde atağa kalkan siyah filmler furyası zaten ülkenin içinde bulunduğu sözde devrimin ekmeğini yemeye çalışıyor. Dolayısıyla nereden bakarsanız bakın ortada bir sömürü gerçeği var.
Arabesk bir Türk filmi
Precious, toplumun ötekilediği bütün özellikleri başarıyla bünyesinde bulunduran, bu açıdan benzersiz bir karakter. Daha ilk sahnede beyaz ve güzel saçlı bir sevgili istediğini itiraf eden Precious, fiziksel özelliklerinden zerre kadar memnun olmadığını ve bu yüzden seyircinin de onu olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Sonra da Kemalettin Tuğcu romanlarındaki üvey babaları mumla aratan, şeytani bir anne karakteriyle tanışıyoruz.
Asıl eğlence de ondan sonra başlıyor. Zira filmin mağduru Precious’ın başına gelmeyen bir felaket kalmamış gibi: Ensest, küçük yaşta geçirilen iki hamilelik, dovvn sendromlu bir çocuk ve AIDS Bütün bunların üzerine bir de kendisini fiziksel ve cinsel açıdan istismar eden, kötülüğüyle inandırıcılık sınırlarını zorlayan, film onu ciddiye aldıkça kendinden geçen bir anne modeli ekleyin. İşte Precious olmak böyle bir şey.
Karşı karşıya olduğumuz ‘acıların kadını’ filmi, bir kesim için daha önce hiçbir filmin cesaret edemediği konuları merkezine oturtup, hayatın katıksız gerçeklerini malzeme ediyor kendine. Oysa şu herkesin ders alması gereken katıksız gerçeklerin işleniş şekli, arabesk bir Türk filmindekinden pek farklı görünmediği için duygu istismarı kaçınılmaz bir sonuç oluyor. Precious’ın başına değişik açılardan fırlatılan eşyalar, yerden yere vurulan yeni doğmuş bebeği, yediği dayaklar, bütün evin işini tek başına üstlenmek zorunda kalışı, hem sokakta hem okulda gördüğü içler acısı muamele ve parasızlık, karakterin hayatını gerçek bir cehenneme çeviriyor. Üstelik izleyiciyi bu cehenneme tanık etme meselesi, kasti olarak dikenli yollarla kaplanmış durumda.
Tahammül sınırlarını zorlayan sahnelerin birbiri ardına sıralandığı film boyunca Precious ile özdeşleşmek, mücadelesine ortak olmak değil de ona uzaktan uzağa acımak anlamına geliyor. Yanlış olan da tam olarak bu zaten. Film, Precious’ın her yönden ötekileştirilmesi için gerekli zemini hazırlarken, onu düşürdüğü nahoş durumların bir uzantısı olarak kendini de aynı acımasız kalabalığa dahil ediyor. Karakterine bu pencereden bakan bir filmin, masumca acı gerçeklerin tarafında olduğunu düşünmek son derece hatalı bir yaklaşım.
Tam tersine, “Precious”ın bütününe sinmiş olan niyet, tek kelimeyle ‘hesapçılık’. Aksini iddia etmek çok zor; Obama’ya oy veren bir toplumu. ‘80’lerin Harlemi’ne götürüp cehennem hayatı yaşayan bir genç kızın dünyasına ortak etmek oldukça kurnaz bir fikir. Sundance’te gösterildikten sonra filmin promosyonunu Obama’nın bir numaralı destekçisi Oprah Winfrey’in üstlenmesi de bir tesadüf sayılmaz. Zira “Precious”ın öyküsünün, 20 yılı aşkın süredir acıklı gerçek hayat öykülerini Amerikan halkıyla buluşturan Winfrey’in programına konu edilenlerden pek farkı yok.
ENSEST, KÜÇÜK YAŞTA GEÇİRİLEN İKİ HAMİLELİK, DOWN SENDROMLU BİR ÇOCUK VE AIDS. BÜTÜN BUNLARIN ÜZERİNE BİR DE KÖTÜLÜĞÜYLE İNANDIRICILIK SINIRLARINI ZORLAYAN BİR ANNE MODELİ EKLEYİN.
İç açıcı olmayan bir tablo…
Üstelik zamanlama da öyle doğru ki! Filmin beyaz Amerikalılar tarafından fazlasıyla sevilmesi, ancak siyahların protestolarıyla karşılaşması da bir tesadüf değil. Beyaz kesimin, ülke tarihinde ilk kez yaşanan ‘siyahlara sempati’ çağında yüce gönüllülükle filmi izlemeye gidip, karakterleri istedikleri kadar öteleyebilecekleri bir zeminle karşılaşmaları “Precious”ı beğenmeleri için tek başına yeterli bir sebep zaten. Ne ensestin ne fakirliğin ne de AIDS gerçeğinin, siyah olmanın dayanılmaz memnuniyetsizliği kadar öne çıkmadığı böyle bir filmin, toplumun geneline yayılan bir sosyolojik sorunlar bütününü malzeme yaptığını kim iddia edebilir ki?
Precious’ın ilk dile getirdiği kişisel sorunu, ikinci hamileliği, fazla kiloları veya kötülerin efendisi olan annesinin varlığı değil, derisinin rengiydi, hatırlarsanız. Böyle kusursuz bir kendine acıma senfonisi, beyazlardan başka kimin merhametine layık olabilir ki? Diğer yandan filmi siyahların sevmesi için de gerekli şartlar yaratılmış elbette, ancak bu şartların kimileri için ters teptiği ortada. Precious’ın azim ve kararlılıkla ayakta kalmaya çalışması, yaşadığı acılarla olgunlaşması ve çocuklarını ülke gerçeklerinden bihaber büyütmeyeceğini büyük bir inançla tekrarlaması siyah halkın hoşuna gitmesi beklenen göz yaşartıcı ayrıntılar.
Son olarak “Precious”ı bütün alt metinlerinden ve art niyetlerinden ayrı tutup, tek başına bir film olarak değerlendirdiğimiz takdirde, yine pek iç açıcı olmayan bir tabloyla burun buruna geliyoruz. Her ne hikmetse Oscar’a aday olan Lee Daniels’ın yönetmenliği, gayet sığ ve acemice bir çerçeve çiziyor filmin etrafına. Zaman zaman gerçekçiliği yakalamanın derdiyle hareketli görüntülerin arkasına sığınan Daniels, bazen de duygusal sahneleri büyük bir gösterişle sergilemeyi tercih ediyor. Bu tutarsızlığın yanı sıra, araya sıkıştırılan hayal sekansları da karakterin ruh halini anlatmak için kullanılabilecek yöntemler arasında en kolaycı ve en ucuz olanı. Öyle ki onun yanında, filmde bolca istifade edilen dış ses fikri bile yaratıcı kalıyor.
Seyircinin hangi sahnede nasıl hissetmesi gerektiğini kendince inceden inceye hesaplayan Daniels, seyircinin de karşı yakadan bütün bunları hesaplayabileceği gerçeğini göz ardı ediyor. Böylece öykünün akışı ve finale doğru sonuca kavuşturulan karakterler arası ilişkiler en baştan itibaren tahmin edilebilir bir boyutta kalıyor.
“Precious” gibi bir filmin. Amerikan sinemasında bir tür ezilenler dönemi başlatıp başlatmayacağını hep birlikte göreceğiz. Bir toplumun kendine acıma duygusuyla doldurulmasının arkasında, genel bir sindirme ve susturma operasyonu olduğunu kendi ülkemizden biliyoruz zaten. Dolayısıyla muhtemel plan kurallara uygun şekilde ilerliyor olabilir. Tek mesele, bu trendin devamını getirebilmek. Paranoyakça bir düşünce mi bu? Zararı yok. Paranoya, devrin meziyeti sayılır.