Büyüme odaklı hükümet, kâr hırsıyla hareket eden şirket, sarı sendika, denetim yapmayan devlet…
Sonuç Soma’da öldürülen 301 madenci. Sonrası neresinden tutsanız elinizde kalacak, “Bir kriz nasıl yönetilemez?” sorusunun yanıtı. Peki bu felaketten dünyanın örnek gösterdiği bir madencilik sektörü çıkar mı? Zor ama imkânsız değil…
Süleyman Demirel’in meşhur lafıdır: “Türkiye yönetilemez, ancak idare edilebilir.”
‘Normal’ bir ülke de değil Türkiye. Ardı arkası gelmez bir krizler ülkesi. Biri bitmeden biri başlıyor. Hele son dönemde. Ve Demirel’in tespiti, en çok da ‘kriz’ anlarında gelip bir kez daha tam 12’den çarpıyor suratımıza.
Soma’da meydana gelen ‘madenci katliamı’ üstüne yazılıp çizilmeyen pek az şey kalmıştır herhalde. Gerçi ne kadar yazılıp çizilse az…
Yapısal sorunlar vahim: Saplantı derecesinde ‘büyüme’ odaklı bir hükümet. Üretimi artırmak uğruna işçilerin can güvenliğini hiçe sayacak kadar gözü dönmüş bir şirket. Asli görevini yerine getirmeyen, yani söz konusu madeni doğru dürüst denetlemeyen bir devlet. Ve nihayet sarı mı sarı, işçinin yanında duran değil, işverenin kucağında oturan bir sendika.
En acısı şu: Sonrasında ortaya çıkan gerçeklere bakınca, “Bu katliam önlenebilir miydi?” sorusunun yanıtı gün gibi ortada. Evet, bal gibi önlenebilirdi.
Kimse kendini kandırmasın, bizi de kandırmaya çalışmasın. ‘Kader’le ‘fıtrat’la ‘mâkus talih’le şununla bununla alakası yok ‘Soma katliamı’nın. ‘Ekmek parası’ ya da ‘kömür karası’yla da: Türkiye bugün kömür üretiminde dünya 13’üncüsü; buna karşılık üretilen kömür miktarı baz alındığında birinci ve ikinci sıradaki ABD ve Çin’in toplamından daha fazla can kaybı var Türkiye’nin kömür madenlerinde.
Bir tür öngörülemezlik çağrıştıran ‘kaza’ değildi Soma’da meydana gelen; mazur görülebilecek ihmallere, basit hatalara, doğal süreçlere bağlanabilecek bir ‘facia’ hiç değildi. Devlet-hükümet-özel sektör-sendika elbirliğiyle 301 madenci düpedüz öldürüldü. ‘Katliam’ demem de ondan. Sistematik dememek için zor tutuyor kendini insan.
Sıkıntı yönetilemezse kriz olur
Yönetimsel açıdan bir ‘kriz’ içinde buldu Türkiye kendini bir kez daha. Ve bir kez daha anlaşıldı ki, Türkiye kriz yönetimini bilmiyor. Ne kamusu biliyor ne de özel sektörü…
Ne yapılabilirdi?
Peki nedir kriz yönetimi, bir kriz nasıl yönetilir?
Türkiye’de de önemi ve işlevi geç de olsa anlaşılmaya başlayan bir ‘disiplin’ kriz yönetimi. Basitçe şu: İster kamu sektörü, ister özel sektör, isterse sivil topluma ait olsun, kurum ve kuruluşlar başlarına gelebilecek badirelerle nasıl başa çıkabilir?
Her şeyden önce ‘kriz’i tanımlamak gerekiyor. Kurum ve kuruluşlar açısından bir sorunun, yönetilmesi gereken bir krize dönüşmesinin tek bir belirleyicisi var: Medya. Sorununuzdan medya haberdar olduysa, hele hele o sorununuz ‘haber değeri’ taşıyorsa artık yönetmeniz gereken bir kriziniz var demektir. Geçmiş olsun…
Akılda tutmak gerek ki, hiçbir ‘kriz’ birdenbire ortaya çıkmaz: Sıkıntı olarak başlar. El atılmazsa soruna evrilir. Sorun çözülemezse risk oluşturmaya başlar. Risk ortadan kaldırılmazsa kriz sadece ve sadece an meselesidir. Tıpkı Soma’da olduğu gibi…
Yukarıda sıraladığım yapısal sorunları bir yana bırakırsak (dile kolay tabii), işçilerin maden ocağı içinde iş güvenliğine ilişkin saptadığı sıkıntılar, ustabaşları tarafından ciddiye alınıp üzerine gidilse soruna dönüşmeyecekti.
Sorun aşamasına gelindiğinde, ustabaşları geç de olsa gerekeni yapıp sorunun çözümü için şirket yönetiminin kapısına dayansa risk oluşmayacaktı.
Risk aşmasına gelindiğinde şirket yönetimi sorumluluk üstlenip patronajı alarm haline geçirebilse ve tabii ki şirket de yükümlülüklerini yerine getirse ‘kriz’ patlak vermeyecekti. İşte tam da o ‘yapısal sorunlar’ın gölgesindeki bu mekanizma işlemediği, işletilemediği için oldu her ne olduysa… Yani krize davetiye çıkarıldı.
Soma’daki ‘madenci katliamı’nın daha ilk günden, daha doğrusu televizyonlar ‘son dakika’ olarak haberi duyurmaya başladığı andan itibaren tüm tarafları için bir krize dönüşeceği aşikârdı. Her şey bir yana işin içinde insan hayatı vardı…
Keşmekeş içinde kriz ‘yönetimi’
Peki ya sonra? Bu ‘katliam’ı bir ‘kriz vakası’ olarak ele aldığımızda yönetilebildi mi acaba; hadi yönetmeyi bırakın idare edilebildi mi?
Kriz yönetiminin düsturlarından biri ‘Soma katliamı’nda tüm çıplaklığıyla bir kez daha ortaya çıktı: ‘Kriz öncesi’ süreci yönetememiş bir kurum ya da kuruluşun, ‘kriz sonrası’nı yönetmesi neredeyse imkânsızdır, istisnaidir.
Daha ilk günden ortaya çıktı ki, şirketinden hükümetine, sendikasından devletine ‘kriz’in hiçbir tarafının, böyle bir krize hazırlığı yoktu. Hepsi gafil avlanmıştı. Ne kriz anı için hazırlanmış bir plan vardı ortada, ne de o planı etkin biçimde uygulayacak bir kadro.
Bu keşmekeş içinde ‘kriz yönetimi’-nin bir başka düsturu başgösterdi: Oluşan bilgi boşluğunu siz doldurmazsanız başkaları doldurur.
Kriz yönetimlerinde, hele işin içinde ölüm varsa, krizi yönetmekle yükümlü ‘sorumlu’ların ilk yapması gereken genel olarak ‘ön almak’tır. Yani, ‘sorun’ her neyse el koymak, medyayı ve dolayısıyla kamuoyunu zamanlı ve doğru biçimde bilgilendirmek.
Hani duygu paylaşımı?
Oysa ‘Soma katliamı’nda tam tersi yapıldı. Şirket -ve sendika- tam siper olup devlet ortalıkta görünmezken, hükümet de ne diyeceğini bilemeyince, Türkiye günlerce tam olarak ne olduğunu, nasıl olduğunu, ‘katliam’ anında yeraltında kaç işçi bulunduğunu öğrenemedi.
Kimine göre elektrik trafosu yanmıştı, kimine göre metan gazı patlamıştı. Çocuk işçilerden Suriyeli kaçaklara kimler çalışmıyordu ki o madende… ‘Can’ sayısı bin 400, bin 500’e kadar çıktı bir ara… Tüm bunların ‘kasaba efsanesi’ olduğu, günler sonra ortaya çıkacaktı…
Üçüncü düstur: Kriz yönetimlerinde, hele işin içinde ‘can’ varsa, ilk cümlenizin de son cümlenizin de ‘insan’a değmesi gerekir. ‘Bilgi paylaşımı’ndan önce ‘duygu paylaşımı’ deniyor buna. Medya ve gözü kulağı sizde kim varsa, kriz anında sizin ne bildiğiniz kadar, belki daha çok şuna önem verir: Umurunuzda mı?
Bu düsturu ilk ihlal, daha doğrusu iğfal eden, siyasi sorumluluk zincirinin en tepesindeki isim oldu: Başbakan Tayyip Erdoğan… Erdoğan’ın, o an itibariyle 274 madencinin hayatını kaybettiği ‘katliam’ için, “Olağan şeyler bunlar… Bu işin fıtratında var” demesi, dahası maden ocağının sahibi Soma Holding’e neredeyse kol kanat germesi ‘kriz yönetimi’nin başlamadan bittiği noktaydı. Nitekim Erdoğan, sadece krizin değil, kendi kontrolünü de kaybetti çok geçmeden. Hakaret, meydan okuma, tokat…
Soma Holding de baştan sonra feci bir performans sergiledi. Üç gün ne dendiği belirsiz bir ‘basın açıklaması’yla (üstelik de kapatılmış internet sitesi üzerinden) yetinen şirket üç gün sonra dördüncü gün düzenlediği basın toplantısında hem intihar etti hem linç edildi. Ne bilgi vardı, ne duygu çünkü ortada. Hiçbir günahı olmayan 301 insanın hayatına mal olmuş bir ‘katliam’ın baş sorumlularının ‘üç gündür uyku uyumaması’nın bir sempati yaratacağını düşünecek kadar kararmıştı zihinleri belli ki…
Bunlar yetmezmiş gibi üstüne bir de sonradan ‘koca bir palavra’ olduğu ortaya çıkacak bir ‘cümlecik’: “Kesinlikle ihmalimiz yok.” Alın size ‘kriz yönetimi’nde yapılmaması gereken iki hata bir cümlede… Hem yanlış bilgi, daha doğrusu yalan, hem de savunma… Ne yeri, ne zamanı.
Kriz yönetimi, yönetimin krizi
Gelelim teknik ayrıntılara: Türkiye’nin yas tuttuğu, ‘karalar bağladığı’ günlerde tertemiz beyaz gömleklerle arzı endam etmek; hazırlıksız çıkıldığı için yazılı bir kâğıttan okunan kötü, samimiyet ve inandırıcılıktan uzak metin; aynı nedenden ötürü yağmur gibi yağan sorular karşısında iki lafı bir araya getirememek; patronun başka, yönetimin başka telden çalması; sadece tüm Türkiye’nin değil, dünyanın da kulak kesildiği bir basın toplantısı için daracık bir salon; hiçbir şey anlaşılmayan bir maden grafiği; felaket bir mikrofon ve yansıtma sistemi… Ve ‘despot bir mürebbiye’ kılığında gazetecilere ‘çıkışan’ bir PR’cı (bilgi alamayınca hesap sormaya kalkan gazetecilere girersek çıkamayız).
Kriz yönetiminin, yönetim krizine dönüşmesinin ender bulunacak örneklerinden biriydi karşımızdaki. Başarısız bir kriz yönetiminin tüm evrelerini sergilediler: Şaşkınlık ve panik, yetersiz bilgi, yanlış iletişim ve kontrol kaybı…
Türkiye’nin zorlu sınavı
Krizlerin en kritik aşaması, tıpkı hastalıklardaki gibi, akut aşamadır. Kısa sürer, yıkıcıdır. Bir sonraki aşama, kronik aşamadır. Daha uzundur, zamana yayılır; akut aşama atlatılsa bile doğru tedavi yürütülemezse yıkımla sonuçlanabilir.
Hatırlayalım, Türkiye 2000’lerin başında ağır bir bankacılık krizi geçirdi. Sistem dibe vurdu. Akut aşama son derece şiddetliydi. Ancak kronik aşamada doğru bir tedavi uygulandı; palyatif değil agresif bir tedavi yöntemi sonucunda bugün dünyanın en sağlam bankacılık sistemlerinden biri Türkiye’de.
‘Soma katliamı’ndan, dünyada örnek gösterilecek bir ‘madencilik sektörü’ yaratılabilir mi? Zor ama imkânsız değil. Bu, tamamen krizin bundan sonrasının, kronik aşamanın nasıl ele alınacağına bağlı. Yönetilecek mi, yoksa idare mi edilecek?
Türkiye’nin önünde iki zorlu sınav var şimdi: İlki, ‘Soma katliamı’nın gerek kurbanları ve mağdurları için gerekse faillerine karşı adaleti tesis etmek; ikincisi de bir daha benzer bir katliamla karşılaşılmaması uğruna söz konusu yapısal sorunları ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa her ne pahasına olursa olsun bir an önce uygulamaya geçirmek.
301 madencinin ruhunu şad etmenin, ailelerini bir nebze de olsun teselli etmenin, o hepimizi kahreden ölümler karşısında duyduğumuz vicdan azabını, suçluluk duygusunu azaltmanın başka bir yolu yok çünkü.