Kopenhag Sokak Kriterleri

Avrupa Birliği maceramızla birlikte, dilimize bir de ‘Kopenhag kriterleri’ sözcükleri yerleşti. Batılı dostlarımız(!), Türkiye’den bu kriterlere uymasını ön koşul olarak talep etti. Bu uğurda yasa değişikliklerine gittik, kokoreçe bile...

Avrupa Birliği maceramızla birlikte, dilimize bir de ‘Kopenhag kriterleri’ sözcükleri yerleşti. Batılı dostlarımız(!), Türkiye’den bu kriterlere uymasını ön koşul olarak talep etti. Bu uğurda yasa değişikliklerine gittik, kokoreçe bile çeki düzen getirmeye kalktık. Sonra işler yolunda gitmeyince sinirlendik, “Kopenhag kriterleri olmazsa, biz de ‘Ankara kriterleri’ni koyup, çağdaşlaşma yolunda ilerlemeyi sürdürürüz” restini çektik!

Bir süre önce, mesleki bir nedenle Kopenhag’a gittim, 4 gün kaldım. Siyasi kriterleri nedir, ne değildir, onları tam bilemem ama ben, sizlere kendi penceremden ‘Kopenhag sokak kriterleri’ni aktarabilirim. Siyasi kriterleri belki bir gün yerine getirebiliriz de, ‘sokak kriterlerini’ sağlayabilir miyiz, değerlendirmeyi okurlara bırakıyorum.

Parlamento binasında, Kraliçe’nin sarayında polis yok

Parlamento binasında bırakın polisi, tek bir resmi görevli bile yok. Çevresinde duvar olmayan bahçesi ve binaların bulunduğu alan halka açık. Ben bir kez 11.00’da, bir kez de 18.00’da içini dolaştım, benim gibi dolaşan birkaç turist dışında kimseye rastlamadım. Binanın bahçesi kraliyet at arabalarının antrenman yeri, kumluk bir alan. Sabah geçtiğimde kırmızı elbiseli, çizmeli, silindir şapkalı arabacı, atlara antrenman yaptırıyordu. Akşam geçtiğimde koskoca parlamento binasının bahçesinde (ki ortası normal yaya yolu) bir Allah’ın kuluna rastlamadım.

Sadece parlamento değil, Danimarka Kraliçesi’nin sarayının bulunduğu alan da halka açık. Onun da ortasından yol geçiyor; yol yaya trafiğine açık, yani “içinden yol geçen saray!” Kraliçenin konutunun önünde tüylü şapkaları ile nöbet tutan 2 tane sembolik asker dışında kimse yok. Kraliçe konutunun kapısını açıp dışarı çıktığında doğrudan sokak kaldırımına ayağını atıyor! Sarayın bahçesinde köpeğini gezdirenler, dolaşanlar, fotoğraf çekenlerle karşılaşmak doğal ve olağan. Kraliçe sarayda ise göndere bayrak çekilirmiş.

Bisiklet ordusu

Kentte bisiklet ordusu var! Karınca sürüleri gibi yollarda gruplar halinde bisikletliler akıyor. Onların yolları ayrı. Boş bulunup girersen, ezilmek işten bile değil. Yaya yolu ayrı, bisiklet yolu ayrı, araç yolu ayrı. Bisikletlerin çoğu tek vitesli, basit bisikletler. Mini etekli hanımlar bisikletle işe gidip geliyorlar. Mini etekli bir hanımın bisikletli halini hayal etmek zor olmasa gerek! Böyle binlerce bakımlı hanım bisikletle işe gidip geliyor. Bazıları seleye çocuğunu oturtmuş. Çocuğun bisiklette kask takması zorunlu. Çocuk sepeti, bazı bisikletlerin önünde, rüzgar almasın diye de çocukların/bebeklerin sepeti şeffaf naylonlarla örtülü. Bisikletler sağa sola dönerken elleriyle sinyal veriyor. Hepsi gruplar halinde akıyor; cep telefonuyla konuşanlar dışında ne bir ses, ne bir gürültü, ne bağrış ne çığrış… Sadece, sessizce akan bisiklet ırmağı!

Sessiz devinim

Trafikte tek bir klakson yok. Bisiklet yollarına park eden araç yok. Araç sürücülerinin, uyanıklık yapıp bisiklet yolundan ilerlemesi akıllarından bile geçmiyor! 4 günde tek bir araçtan klakson sesi duydum. İstasyonun önünde bir taksiciydi. Danimarkalı bir kadın taksilere ayrılan cebe girmiş. Yolcusunu birkaç saniyede indirip gidecekti, arkadan gelen taksi önce acı bir klakson çaldı, sonra da camdan Türkçe bir fırça! Kopenhag’da duyduğum tek klakson bu oldu, o da bizden biriydi! Trafik ışıklarının olmadığı ara yollarda geçiş üstünlüğü yayalarda. Daha caddeye adımınızı atar atmaz tüm sürücüler durup yayaya yol veriyor, arabasını yayanın üstüne üstüne süren tek bir sürücüye rastlamadım. Işıkların olduğu caddelerde ise tam tersi, yaya geçidi dışında karşıya geçmek ölüme davetiye çıkartmak gibi bir şey. Sürücüler, yolda yaya beklemediğinden süratli ve temkinsiz ilerliyor…

1,5 milyonluk şehirde o kadar harekete, devinime rağmen sessizlik hakim

Kafelerde müzik yok

Restoranlar, kafeler, barlar, akşam iş çıkışı tıklım tıklım. İnsanlar birbiriyle mırıldanır gibi konuşuyor, ne bir karmaşa ne bir bağrış çığrış ne de yaygara. Hiçbir restoranda, kafede müzik sesi yok. Bu ne büyük bir mutluluk Allahım! Her yerde fiyat belli, bizdekinin 3-4 katı pahalı olsa da kazıklanma endişesi yok. Tarifede ne yazılı ise hepsi kuruşu kuruşuna öyle geliyor, güler yüzle ve fişiyle birlikte. Hepsinin tuvaletleri pırıl pırıl, tuvalet musluklarından hem sıcak hem soğuk su akıyor! Bira her yerde var. Şehirlerarası trenlerde, otobüs terminallerinde. Bizde su, kola, meyve suyu neyse Kopenhag’da Tuborg / Carlsberg de öyle… Buna karşın ne bir taşkınlık ne bir sataşma, herkes edebiyle içiyor. Ayyaşlar var tek tük. Onlar da kendi hallerinde. Kimseye sataştıkları yok, bulaştıkları yok.

Parklar asudelik merkezi

Parklarda sadece yürüyüş yolları, bisiklet yolları, spor alanları ve dinlenmek için banklar yer alıyor. Serçeler bile insanların ayaklarının dibine kadar yaklaşmakta sakınca görmüyor. Serçe bu, en ürkek kuş. Kopenhag’ın serçesi bile ayak altında dolaşabiliyor. Parklarda büfe, lokanta, çay bahçesi gibi yapılaşma yok. Parklar sükunet, dinginlik, huzur arayanların ve spor yapanların mekanı. Tek bir berduş yok, tek bir rantiye yok, parklar ve sokaklar güvenli. Ortalıkta pek polise rastlamadım. Ancak insanların toplu şekilde bulunduğu meydanlarda Mobese’li kontrol olduğunu hissediyorsunuz.

Her şeyin saati gibi belediye otobüslerinin duraklara geliş saatleri de yazılı. Saatlerin hepsi küsuratlı 8:05, 9:27, 11:16 gibi… Böyle otobüs tarifesi mi olur? Ama oluyor işte ve otobüsler gerçekten tam saatinde geliyor. Geliyor gelmesine de adam kapıyı kapatmış ve tam kalkıyorsa, siz kapıya vurup yalvarsanız bile açmıyor, bırakıp gidiyor!

Amsterdam, Venedik kadar olmasa bile, Kopenhag da kanallar kenti. Kanal kıyıları rengarenk eski evlerle bezeli. Geniş, yassı teknelerle yapılan kanal turları kenti farklı boyuttan görmek isteyenler için cazip bir seçenek. Turistler kanal turlarına oldukça rağbet gösteriyor. 20’şer dakika aralarla teknelerin biri gidip diğeri geliyor. Tur düzenleyen birkaç ayrı firma var. Hepsinin de kalkış yerleri yan yana. Kalkış durağında firmayı tanıtan, fiyatı ve güzergahı yazan birer levha bulunuyor. Müşteri tercih ettiği teknelerden birine biniyor, çığırtkanlık, avaz avaz müzik eşliğinde müşteriyi kolundan çekip kendi teknesine binmeye zorlama gibi davranışlar, Kopenhaglı kanal teknecilerine galaksiler kadar uzak!..

Deniz kızı

Kopenhag denince ilk akla gelen unsurların başında. Adeta kentin simgesi. Merkezin biraz ötesinde, keyifli bir kıyı yürüyüşünün sonunda bir parkın kenarında, kıyıdan bir uzun adım mesafesindeki bir kayanın üzerine monte edilmiş küçük bir kız çocuğu boyutunda bronz bir heykel. Ünlü Danimarkalı masalcı Andersen’in, sevgilisi uğruna denizleri bırakıp karaya çıkan ancak mutsuz olan bir deniz kızını anlattığı masalından esinlenerek, 1900’lerin başında heykeltraş Eriksen tarafından yapılmış. Carlsberg biralarının sanata meraklı sahibi Carlsberg tarafından satın alınıp, kente armağan edilmiş (Bu arada Carlsberg’in sanat eserlerini topladığı kendi adını taşıyan bir müzesi de var). Simge olunca meraklısı çok oluyor. Deniz kızını çevresi günün her saati kalabalık, bireysel gezenler, tur otobüslerinden inenler sürekli olarak heykelin çevresinde insan halkası oluşturuyorlar. Heykel zaman zaman protestolara da sahne olmuş! Sonuncusunda, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığını protesto için deniz kızına peçe-burka (Afgan kadınlarının kapalı giysisi) giydirmişler! Şimdi kamera ile gözetleniyor. Uyarı yazısı konmuş: ”Heykele tırmanıp fotograf çektirmeyin” diye. Heykel çevresinde yarım saat oturdum ve gözledim. O kadar farklı milletten insan geldi geçti, inadına heykele çıkıp fotoğraf çektirenler, birbirleriyle konuşmalarından çıkardığım kadarıyla bir İtalyan ailesi, bir İspanyol grubu ve birkaç Arap oldu. Tesadüfen Türk grubuna denk gelmedim.

Ayakkabı laboratuvarı

Kopenhag’ı baştan başa 4 gün yaya dolaştım, topu topu birkaç tane berber, ayakkabı tamircisi, bakkal, manav gördüm. Terziye rastlamadım. Ayakkabı tamircisinin tabelasında ‘ayakkabı laboratuvarı’ yazıyordu. Bu iş yerlerinin hepsi göçmenlerin çoğunlukta olduğu bölgede yer alıyordu. Göz damlası gerekti eczane aradım. Kentin merkezini sokak sokak taradım, 3 saat sonra tesadüfen üniversite merkez binasına yakın bir köşede bir eczaneye rastladım. Eczane değil sanki banka mübarek! Önce otomattan sıra fişi almak gerekiyor. İki ayrı düğme var. Biri yeşil, diğeri kırmızı. Yeşil düğme reçeteli ilaçlar, kırmızı ise tezgah üstü ilaçlar için sıra numarası veriyor. Eczacı kalfası İngilizceyi rahat ve akıcı bir şekilde konuşuyor, bizdeki KPDS’ye (Kamu Personeli Yabancı Dil Bilgisi Seviye Tespit Sınavı) girse rahatlıkla 70 üstü puan alır! Sadece eczacı kalfası değil, hemen herkes İngilizceyi iyi derecede biliyor. Sokaktaki insanın İngilizce konuşması sadece Danimarka’ya özgü değil, tüm İskandinavya’da aynı durum söz konusu.

Kadınlar ve mimari

Kadınları bakımlı ve sade. Kimsenin dönüp baktığı bile yok. Her şey öyle düzenli ki düzenin dışında bir olay geliştiğinde insanların şaşırıp kaldıklarına tanık oldum, pratik zeka ile sorun çözebilme yetileri zayıf! Kural neyse o. Kuralın dışına çıktıklarında inisiyatif kullanmayı pek bilmiyorlar. Uyanıklık yapma, sırayı bozma gibi huyları yok. Sadelik ön planda. Zenginleri bile sade. Gösteriş, hava atmak, hava basmak , farklı olmak ayıp kabul ediliyor.

Mimari, aman Allah’ım! Çevre ile uyumlu, sade, görsel. Kentin mimari düzeni ne ise aynısına mutlaka uyuluyor. O nedenle ne bir çirkinlik, ne de gözü rahatsız eden bir görüntü var. İmar planı ne ise o, dışına çıkmak, aykırı davranmak mümkün değil. Binaların renkleri, yapıları, mimarileri birbirleriyle uyumlu. Geleneksel yapılarda hakim olan dış cephe malzemesi tuğla, yenilerinde cam ve metal. Kentin eski bölgesinde sokaklar ve kaldırımlar arnavut kaldırımı şeklinde kesme taşlardan yapılmış. Eski bölge dışında kaldırımlar sade, dayanıklı ve ucuz malzemeden, yani bildiğimiz asfalttan yapılmış. Süslü taşlarla döşenmiş yollara, sadece trafiğe kapalı alışveriş caddelerinde rastlanıyor.

Günlük hayatın birçok pratik hizmetlerinde insan faktörü geri çekilmiş! Birçok hizmet makineye ve bozuk paraya bağlanmış. Tren biletleri, otobüs biletleri, kola-sandviç büfeleri, tuvaletler, telefon kulübeleri gibi yerlerde hep bozuk para gerekiyor. Kente yeni geldiyseniz, sisteme yabancıysanız ve de cebinizde bozuk para yoksa işiniz zor!

İşte sokağın Kopenhag kriterleri bunlar. Kopenhag siyasi kriterlerini karşılayıp karşılamayacağımızı artık zaman gösterecek, ama sokaktaki Kopenhag kriterlerinin bizden çok uzak olduğu 3-4 günlük bir gezide bile çok net anlaşılıyor. Benim için “Asıl olan sokaktır, gerisi teferruat”.

Notlar:

1- Danimarka, şeffaflık (kamu ve özelde rüşvet-yolsuzluk) sıralamasında dünyada birinci, refah sıralamasında da ilk beş ülke arasında yer alıyor. Henüz Euro’ya geçmemişler ve hayat bizden ortalama 4 kat daha pahalı. Böyle bir ülkede doktor aylıklarını merak ederseniz söyleyebilirim. Örneğin, Kopenhag Tıp Fakültesi’nde bir klinik profesörünün aylık net geliri bizim parayla 10 bin YTL kadar! İskandinav refah anlayışının temelinde gelir dağılımındaki denge ön planda geliyor.

2- Bu yazının yazarı ile fotoğrafçısı, Kopenhag Havaalanı’nın loş bir köşesindeki bankta, gece yarısını geçmiş bir saatte, havaalanından kalkacak günün son uçağını (Kopenhag-İstanbul Sabiha Gökçen) beklerken tanıştı. İki meslektaşın Kopenhag gezisinden işte bu yazı ve fotoğraf harmanı ortaya çıktı. Gezerken kişi, tesadüflerini de yanında taşırmış. Dr. Erkan Aktaş, e-postalarını hep şu cümleyle imzalıyor: ”Fani Erkan, Hayat; sonsuz uykunun ışıltılı-minik rüyası”. Ne dersiniz haklı değil mi?…

Fotoğraflar: Dr. Erkan Aktaş

Dr. Nadir Paksoy

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Gezi

Benzer Konular