Erkek gibi de betimlenmekten çekinmeyen “kadın firavun” Hatşepsut, kocasına rağmen ülkesini yöneten Tiy, hem kadın hem saygın olunabileceğini ispatlayan Nefertiti, İsrail Kralı Süleyman’ı büyüleyen Makeda, İskender’i pes ettiren Candace, entrikalarıyla ünlü Kleopatra, barışçı kraliçe Bakwa Turunku ile “birer gece birlikte olduğu erkekleri öldüren” savaşçı kızı Amina, ülkelerinin özgürlükleri için beyazlara karşı savaşan Nzinga, Yaa Asantewa, Nehanda ve diğerleri…
Filmlerde, dizilerde, kitaplarda karşımıza çıkan kahramanların hemen hepsi Batılı. Peki Afrikalı bir kız çocuğu kimi örnek alacak; ya “Diğer halklar ünlü kadınlara sahipken, biz neden değiliz? Aklımda birkaç isim var: İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransız Jeanne d’Arc… Ya biz? Bizim tarihimiz yok mu?” sorusunu sorarsa.
Bu derleme bir anlamda, bu soruya yanıt veriyor. Batılı kültür çevrimine girmiş, hatta sinemada “beyaz” olarak canlandırılmış Kleopatra, entrikaları ve kadınlıklarıyla yönettikleri aklımıza yerleştirilmiş Nefertiti ve taş çatlasa Hatşepsut dışında Afrikalı kaç kadın adı geliyor aklımıza?..
İnsanlık tarihine toptan baktığımızda, günümüze adı ulaşan kadınların sayıca az olduğu, herkesin bildiği bir gerçeklik. Aslında eğitim yaşamımızda hiçbirimiz -kadın olanlarımız bile- kadınları, önder kişilikli, sorunlarla yüzleşen, çözen, dayanıklı figürler olarak tanımadı. Toplumsal kalıpları kırıp, sosyal ve politik yaşamda önemli roller üstlenebilseler de, kadınlara daha az değer verildi. Afrika tarihi söz konusu olduğunda, bu durum katlanarak artıyor.
Siyah tarihinin geneli, modern dünya tarafından bastırılmış, çarpıtılmış ve görmezden gelinmiştir. Tarihten öğrendiğimiz şuydu: “Güney Afrika’nın en uç noktası olan Ümit Burnu, Portekizli denizci Bartholomeu Dias tarafından 1487 – 1498 arasında keşfedildi. Vasco de Gama 10 yıl sonra bu burnu geçerek, Doğu Hint Adaları’na gitti ve o zamana dek dışa kapalı yaşayan ilkel Hint halkıyla ilk teması kurdu”. Bu öğretide, göz ardı edilen şu: Bu keşiften önce, Afrikalılar’ın ve Hintliler’in bir tarihi yok muydu? İnsanın yüz binlerce yıl önce dünyaya yayıldığı ilk kıta olan Afrika’nın, 15. yüzyıldan önce bir tarihinin olmadığı nasıl düşünülebilir ki? Oysa, Vasco de Gama’nın Hindistan’ı keşfettiğini iddia ettiğinden yüzyıllar önce, Hindistan, Asya ve Doğu Afrika arasında canlı bir ticaret ağı oluşmuştu.
Afrika tarihinin kritik dönemeçlerinden sayılabilecek, köle ticaretinin durdurulması ve köleliğin kaldırılmasıysa, ders kitapları ve medyanın el kitabında, Hümanist Avrupa’nın bir lütfu olarak sunulmakta. Siyah halkların geçmişindeki çok sayıda önemli mesele gibi, kölelik konusu da, onların direncini küçümseyen ve bu topraklarda büyük krallıkların varlığını inkâr eden bir dünya tarihinde, doğal olarak hak ettiği öneme kavuşamıyor. Gerçekte lağvetme bir hediye değildir; köleler kendi özgürlüklerini söküp almışlardır. Köleler bizim sandığımız gibi hiçbir şeye tepki göstermeyen uysal insanlar değillerdi. Afrika da, hiçbir zaman bize tanıtıldığı kadar durağan bir kıta olmadı; özellikle eski çağlarda dünya uygarlığının önemli bir parçasıydı.
Bugün Avrupa ve ABD toprakları dışında yaşayan bir çocuğun, kendisine, yaşadığı topraklardan insanlık tarihine herhangi bir değer katılmadığı izlenimini dayatan bir dünyada, sağlam bir kimlik inşa etmesi çok zor. Her toplumun kendi topraklarında, gururla sahip çıkacağı kahramanların var olduğunu görmesi, öğrenmesi bu bakımdan çok anlamlıdır. Önderlik, haysiyet, gurur ve cesaret, “seçilmiş halklara” özgü olmayan, her kültürde bulabileceğimiz evrensel insanlık değerleridir.
Kadınlara dönersek, Afrika tarihinde yer etmiş kadın sayısı, tahmin edilebileceğin epey üstünde. Eski seyyahlar ve coğrafyacılar, bu kişiliklerin altını çizmiş ve yaptıklarından söz etmişlerdi. Ortaçağ Arap kaynakları ve Herodotos, Strabon ve Diodorous gibi Antikçağ yazarlarının anlattıkları, Afrikalı kadın yöneticilerin yabana atılamayacak varlığını doğrular nitelikte. Örneğin, aralarında savaşçılar, kadın peygamberler ve kahramanların annelerinin de bulunduğu Kentakeler (Yunanca Candace) adıyla anılan Etiyopyalı bir dizi baskın kraliçe; bu konuda tarihe ışık tutuyor. Kentakeler, bugünkü Etiyopya, Sudan ve Mısır’ın birçok bölgesini hâkimiyetleri altında tutmuşlardı. Bu derlemede adını daha önce hiç duymadığınız Afrikalı kadınlarla karşılaşabilirsiniz. Amacımız, sadece kadınların da yönetici olabileceğini göstermek değil, önemleri tarihte göz ardı edilen bu kişilikleri bulmak ve insanlığın uygarlık
birikimini temsil eden -kadın veya erkek- bu adların üzerine eğilmek gerektiğini anımsatmaktır.
Hatşepsut (Eski Mısır;
MÖ 1503-1482)
1. Amenofis’in 20 yıllık huzur ve istikrar döneminde, Teb ve Nüb- ye’de yeni tapınaklar inşa edilmiş, bölgeye bu etkinliği desteklemek için hammaddeler akmaya başlamıştı. 1. Amenofis’in hemen arkasından Mısır tarihinde ender görülen bir şey oldu: Bir kadın hükümdar tahta çıktı. Kraliçelerin giderek artan güçlerinin işaretleri, 18. Süla- le’nin ilk dönemlerinde görülmeye başlanmıştı. Ahmose’nin annesi ve karısının Teb’de kendilerine adanmış kültleri vardı. 1. Amenofis’in yeğeni ve onun ardılı 1. Tutmo- sis’in kızı Hatşepsut, daha da ileri gitti. Üvey kardeşi Firavun 2. Tut- mosis ile evlendi. Hiç erkek çocukları olmadığından, 2. Tutmo- sis’in cariyelerinin birinden olan oğlu, babasının ölümü üzerine MÖ 1479’da, henüz küçük bir çocukken, 3. Tutmosis olarak tahta çıktı. Hatşepsut, bir süre üvey oğlunun naipliğini üstlenerek ülkeyi yönetti; fakat daha sonra 1. Tutmosis’in gerçek varisinin kendisi olduğunu iddia ederek, yönetimi doğrudan ele geçirdi.
Her başarılı Eski Mısır (diğer adıyla Kemet ülkesi) yöneticisi, sağlam yapılanmış krallık ideolojisine kendisini kabul ettirmek zorundaydı. Bu, bir kadın için neredeyse en aşılmaz sorundu, ama Hatşepsut, kendi imgesini büyük bir dikkatle oluşturacaktı. Örneğin heykeller gibi bazı temsillerde, Hatşepsut kendi sini bir kadın olarak sunmaktan çok mutluydu ve “Saf Altının Kadın Ho- rusu” adını aldı. Bununla birlikte, tapınak kabartmaları gibi daha geleneksel mekânlarda, bir erkek firavun gibi betimlenmekten kaçınmadı. Bir kadının tümüyle eril bir rol olan firavunluğa soyunması, bu role uyması, aynı zamanda dişi özelliklerini de yansıtması daha önce görülmüş şey değildir. Bu durum, yerleşikliğine rağmen, Mısır krallığının değişim becerisinin, o anki yöneticinin kişiliğine ne kadar bağlı olduğunu gösterir.
Hatşepsut’un, aynı zamanda Deyrü’l-Bahri’de inşa ettirdiği tapınakta, Tanrı Amon’un ağzından söylettiği kendi düşüncelerinin ayrıntıları, Tanrısal asaletinde büyük bir rol oynamıştır. Burada kendisinden “Amon’un oğlu” olarak bahseder.
Hatşepsut 20 yıldan uzun bir süre iktidarda kaldı. Başarılı ve istikrarlı bir dönem yaşattı. İlk kez Yeni Krallık’ta bir yönetici, Orta Mısır üzerinde etkili bir kontrol sağlamış ve orada pek çok tapınak inşa ettirmişti. Hatşepsut, güçlü konumuna çalışıp didinerek ulaşmış, mütevazı bir adam olan seçkin başmemu- ru ve rahibi Senenmut tarafından kutsanmıştı. Kaçınılmaz şekilde onun kraliçenin âşığı olduğu yönünde söylentiler vardı. Krallık ailesiyle yakınlığı, şimdi British Mu- seum’da olan ve onu, kraliçenin 2. Tutmosis’den olan kızına (aynı zamanda tek çocuğuna) hastabakıcılık yaparken betimleyen bir heykelde gözükür.
Nefertiti (Eski Mısır, MÖ 14. yüzyıl)
Bazı tarihçilere göre Nefertiti, III. Amenhotep’in en büyük kızıyken, diğerlerine göre Aye ve Tiy’in kızıdır. Nefertiti, şimdi bilinen tektanrı kavramını (monoteizm) icat eden Akhenaton ile evliydi. Nefertiti, yaşamının ilk yıllarını Tanrıyla ilişkisi olan yeni bir insan modelinin belirdiği Eski Mısır’da geçirdi. Bu inanış, insanın esasen maddi bir varlığının olduğu ve servet ve haz elde etmekle mutlu olunabileceği düşüncesine dayanıyordu. Bu maddi cennette kadınlar için toplumsal bir konum öngörülmemişti; kadınlar ancak erkekler için şehvet nesneleriydi. Tıpkı bu cennetin daha güçsüz erkek üyeleri gibi, kadınlar da toplumsal yaşama katılımcı olamıyordu. Bu inanış, geleneksel inanç ve düşüncelere tamamen karşıttı. Akhenaton başka bir inanç modeli geliştirdi. Bu yeni dinin doğası gereği, Güneş olarak betimlenen tektanrı ve tüm yaşamın yaratıcısı Aton’du. Tanrı Aton’un tam kutsaması, sadece birleşmiş bu soylu çift aracılığıyla gerçekleşebilir- di. Nefertiti kendini geleneksel u- şakvari-kraliçe rolüne indirgemedi.
Kendine, Mısır Uygarlığı’nı yeniden şekillendirmede aktif bir rol tasavvur etti. Akhenaton ile birlikte tüm dinsel törenlerde gösterilmiş olduğu belgelenmiştir. Nefertiti diğer Mısır kraliçelerinin sahip olamadığı bir ünle göz önündedir. Adı kraliyet kabartmasına eklenmiştir ve aslında Ak- henaton’dan daha çok betimi (heykel ve duvak resmi) vardır. Nefertiti, Akhenaton’e denk bir ilahi eş olarak portrelenmekte ısrarcıdır. Büyük törenler sırasında, Nefertiti’yi Akhenaton ile savaş arabası içinde gösteren pek çok canlandırma vardır. Bugün hâlâ onun rolünü benimseyen rahip güçlüdür ve hükümet ofislerinde daha yüksek bir mertebeye sahiptir.
Akhenaton ve Nefertiti, bir rahip tarafından çıkarılan isyanı başarıyla bastırdılar. Eski Mısır için “Tanrısal hayata giden yoldaki korkutucu görevlerini” gerçekleştirebilecekleri Akhenaton denen bir şehir kurdular. Akhenaton’un fikirleri daha savunulamadan solarken, isyanını bastırdıkları rahip, Nefertiti’nin sapkınlığını daha büyük bir tehlike olarak görmeye devam etmiştir. Ana-tanrıçaya taparak erkek rahipliğini görmezden gelen bir kadın kavramı, gelenekleri temsil eden rahibe göre kabul edilemezdi. Üzücü olan bugün dünyaya hükmeden diğer dinlerin de, bunu kabul edilemez görmeye devam etmesidir. Nefertiti’nin kadın kimliğiyle saygı görebilmeye olan tutkusu, onu kadınların tarihinde özel bir yere oturtmaktadır.
Tiy
(Eski Mısır’ın Nübyeli Kraliçesi, MÖ 1382-1344)
Saltanatının ilk yıllarında annesi Mutemuya’nın etkisinde olan 3. Amenofis (MÖ 1390-1353) geleneklere ters düşerek, taşra kenti Ahmim’den bir memur kızı olan Tiy’i başzevce seçti; zeki ve hareketli “halk kızı” Tiy, Yeni Krallık’ın önemli kadınlarından biri oldu.
3. Amenofis’in ilk 10 yılı, kralın Nübye seferi ve büyük bir ritü- el havasında yapılan avlarıyla savaşçı ve soylu Tutmosisler Dönemi’nin son yankısıdır; bunu izleyen 30 yıl boyunca sarayının şarka özgü görkeminde sefa süren kral, pek öne çıkmaz. Görünüşe bakılırsa asıl hükümdar, işlerinde uzman bir grup memurun desteğine sahip Tiy’dir. Dış politika, Hatşepsut zamanında olduğu gibi, kadınsı özellikler kazanır. Tiy, hanedanlar arasındaki diplomatik evliliklere ve Mısır’daki altın bolluğu sayesinde verilen cömert hediyelere dayanan, uygulamaya yönelik bir politika izler. Gene 3. Amenofis’in ardılı olan 4. Ameno- fis’in saltanatının ilk yıllarında da, devlet işlerini daha çok annesi Tiy yürütmüştür.
Nefertari (Eski Mısır,
MÖ 1292 – 1225)
Nefertari’nin, Aşağı Eski Mısır’ın 2. Ramses’i ile olan evliliği en soylu aşk ilişkilerinden biri kabul edilir. Bu evlilik, aynı zamanda Yukarı ve Aşağı Mısır arasında süren yüzyıllık bir savaşı bitirmiş ve her iki tarafı da Eski Mısır İmparatorluğu’nda birleştirmiştir. Bu aşkın anıtları, Ramses’in eşi için Abu Simbel’de yaptırdığı tapınaklarda bulunur. Abu Simbel’in iki tapınağı olarak bilinen devasa yapılar, dünyanın en görkemli eserleri arasındadır. Kral Ramses ve eşi Nefertari’ye adanan bu yapılar, yaklaşık 3000 yıl önce, Yeni Krallık zamanında dağlar delinerek yapılmıştır. Muhteşem tapınak kalıntılarındaki betimlerde, Kadeş Savaşı detayları ve Ramses ve Nefertari’nin Tanrılarla arkadaşlık ettikleri dinsel ritüeller görülür. Güneş ışınları, her yıl 20 Ekim ve 20 Şubat’ta ana tapınağın kayasındaki Kutsallar Kutsalı’na (Ra-Herakti Anıtı ve 2. Ramses Anıtı’na) düşer. Bu zamanlama muhtemelen sembolik bir birleşmeyle bağlantılıdır. Ra- Herakti Anıtı ve 2. Ramses Anıtı, günümüze kadar bir eşin onuruna adanmış, en büyük ve en görkemli yapılar olarak kalmıştır.
Makeda: Saba Kraliçesi (MÖ 960)
“Siyahım, ama alımlıyım; ey Kudüs’ün kızları, Kedar’ın çadırları, Süleyman’ın perdeleri kadar. Bana bakma çünkü ben siyahım, çünkü güneş kavurdu beni” (Süleyman’ın Şarkısı) Makeda’nın (Saba Kraliçesi) ve İsrailli Kral Süleyman’ın hikâyesi, Eski Ahit’deki aktarımla günümüze dek ulaşmıştır. Saba, Antikçağ’ın bu siyah kadını, güzelliği ve gücüyle ünlüydü. Günümüz Etiyopya veya Yemen’in olduğu topraklarda hüküm sürdüğü farz edilen, tarih öncesi Saba Krallığı’nın hükümdarıdır. Bu kavim, Nübye, Kuş, Axum ve Saba olarak da bilinir. Milattan binyıl önce Etiyopya bir dizi bâkire kraliçe tarafından yönetilirdi.
Eski Ahit’e göre, İsrail Kralı Süleyman, görkemli bir tapınak yaptırmaya karar verir. Bunu duyurmak amacıyla, kralın birçok yabancı ülkeye gönderdiği haberciler, oradaki tüccarları ticaret yapabilmeleri için karavanlarıyla beraber Kudüs’e davet eder. O zamanda, ün ve güçte Etiyopya, Mısır’dan sonra gelmektedir. Kral Süleyman, Etiyopya’nın güzel insanları, zengin tarihi, derin tinsel geleneği ve servetiyle büyülenir. Özellikle Kraliçe Makeda’ya bağlı önemli tüccarlardan Tamrin ile ticarete girmek ister. Süleyman, “Krala satmak için Kudüs’e abanoz, safir ve kırmızı altın gibi değerli şeylerin olduğu bir depo getiren” Tam- rin’i çağırır. Tamrin, uzun süre İsrail’de kaldıktan sonra, görkemli yapıları gözler ve Yahudi kültürüne merak salar. Hepsinin ötesinde, Süleyman’ın bilgeliği ve insanlara olan merhameti onu derinden sarsar. Ülkesine döner, Kraliçe Makeda’ya seyahati hakkındaki detayları anlatır. Kraliçe, Tamrin’in anlattıklarından o kadar etkilenir ki, Kral Süleyman’ı ziyaret etmeye karar verir.
Eski zamanlarda, kraliyet ziyaretleri önemli törensel olaylardı. Ev sahibine değerli hediyeler sunulur ve devlet ziyareti haftalarca, hatta aylarca sürerdi. O günün koşullarına göre bile, Kraliçe Makeda’nın Kral Süleyman’ı ziyareti olağandışıydı. Bu güzel siyah kadın, Sahra üzerinden İsrail’e 797 deve, çok sayıda eşek ve katır yüküyle yolculuk eder. Süleyman’a sunduğu hediyeler arasında yalnızca altının değeri bugün 3.690.000 dolar olarak hesaplansa da, Antikçağ’da çok daha değerli olduğunu söyleyebiliriz. Kral Süleyman ve kuşkusuz Yahudiler, bu şaşaa karşısında hayrete düşer. Süleyman, Mekada’nın her ihtiyacım karşılamak için büyük özen gösterir. Kraliçe’nin konaklaması için özel bir bina inşa edilir. En iyi yiyecekler ve giysiler sağlanır. Bu genç kızdan önce, Süleyman’ın tapınağının güzelliğinden ve gelişen ülkesinden etkilenen birçok Afrikalı lider, bilgelik ve Yahudi Tanrısının doğruluğunu araştırmak için İsrail’e gelmişlerdir. Süleyman, Kraliçe’nin sorularına yanıt vermek için, kendi yanında ona değerli taşlarla süslü bir taht kurar. Makeda, Süleyman’ı dinler. Bilgeliği, merhameti, tinsel hâkimiyeti ve hizmetkârlarıyla ilişkilerini gözlemler. Makeda, orada olmaktan çok mutludur. Süleyman’a şöyle der: “Bilgeliğiniz ve erdeminiz, tüm ölçülerin ötesinde. Hepsi başlı başına muhteşem. Tesirinizle hayatıma yeni değerler kattım. Karanlıkta ışığı, ilham bahçelerinde ateşböceğini yepyeni bir güzellik içinde gördüm. İncideki parıltıyı, sabah yıldızındaki aydınlığı keşfettim ve ay ışığındaki tatlı ahengi… Beni buraya getiren Tanrıya selam olsun, muhteşem aklınızı bana açmanıza müsaade edene selam olsun, sesinizi duymam için beni evinize getirene selam olsun. ”
Süleyman’ın hareminde 700’ün üzerinde karısı ve metresi vardır. Ancak bu Etiyopyalı siyah genç kız tarafından büyülenmiştir. İkisi de, Etiyopya geleneklerine göre kraliçenin “bâkire” kalması gerektiğini bilmektedir. Buna rağmen Süleyman, Makeda ile birlikte olmak istemektedir; böylece Afrika kraliyet soyunda bir oğlu olabilecektir.
Altı ay sonra Kraliçe Makeda, Kral Süleyman’a Etiyopya’ya dönmek için hazır olduğunu bildirir; Kral onu muazzam bir veda yemeğine davet eder. Acılı, baharatlı ve her yiyeni susatıp uykusunu getiren akşam yemeği, tam da Kral Süleyman’ın planladığı gibi saatlerce sürer. Yemek geç saatte bittikten sonra Kral, Makeda’yı geceyi geçirmesi için sarayındaki konuk odasına davet eder. Kraliçe, ayrı yataklarda yattıkları ve kral ondan menfaat gütmediği sürece kalmayı kabul eder. Kurnaz kral, âşık olduğu genç kızın gönlünü fethetmek için, onunla bir antlaşma yapar. Makeda’nın iffetine saygı göstereceğine yemin eder, ama onun saraydan hiçbir şey almamasını istemektedir. Bu cümleler karşısında şok olan Makeda, hırsız olmadığını söyler ve rica edildiği üzere söz verir. Anlaşmanın üzerinden çok geçmemiştir ki, Kraliçe, susuzluktan yanarak sarayın içinde su aramaya başlar. Büyük bir su damacanası bulan kraliçe, su içmeye hazırlanırken, Süleyman’ın “Sarayımdaki bir şeyi zorla almaya kalkarsan, yeminini bozmuş olursun” sözleriyle irkilir. Makeda, sözünün su kadar önemsiz ve sıradan bir şeyi kapsayamayacağını söyleyerek karşı çıksa da, Süleyman dünyadaki en değerli şeyin su olduğunu, onsuz hiçbir şeyin yaşayamayacağını söyler. Make- da bu gerçeği gönülsüzce kabul eder ve kavrulmuş boğazı için su dilenerek hatası için özür diler. Bunun üzerine Süleyman da sözünden döner ve Makeda’yı sevgilisi yapar. Ertesi gün Kraliçe ve adamları, İsrail’i terk etmeye hazırlanırlarken, Kral ona bir yüzük verir ve “Bir oğlun olursa, bunu ona ver ve onu bana gönder” der.
Saba topraklarına dönüşünden sonra, Kraliçe Makeda’nın gerçekten de “bilge-adamın-oğlu” olarak adlandırdığı bir oğlu olur, onu prens ve tahtının varisi olarak taçlandırır. Yetişkinlik yolundaki genç prens, babasını ziyaret etmek ister ve böylece Kraliçe bu sefer Tamrin komutasında oğlunun da yer aldığı bir grupla, oğlunu Süleyman’ın Etiyopya’nın kralı olarak kutsaması ve bundan sonra sadece onun soyundan gelen erkeklerin Saba’yı yönetebileceği fermanını vermesi için bir mesaj yollar. Oğlu İsrail’e geldiğinde Süleyman ve Yahudiler çok sevinir. Kral oğlunu kutsar ve “ne kadar yakışıklı” olduğunu anlatan Menelik adını verir. Süleyman’ın bir sürü karısı olmasına rağmen, yalnızca yedi tane çocuğu vardır ve bunlardan yalnızca biri oğlandır: Rehoboam. Bu yüzden Menelik’e kalması için yalvarır, ancak genç prens kalmaz. Süleyman yöneticilerini çağırır, ilk oğlunu Etiyopya’ya gönderdiği için, onların da ilk oğullarını “diplomat ve memur olarak” Etiyopya’ya göndermelerini istediğini beyan eder.
Menelik, Süleyman’dan hatıra olarak “Eski Ahit sandığını” ister. Süleyman, oğluna istediğini vermeye yeltendiğinde, Saba’ya gönderilmekten memnun olmayan yönetici oğullarının, Eski Ahit sandığının kalıntılarını çoktan çalıp, Saba’ya götürdükleri söylenir. Menelik Saba’ya geri döner ve geleneklere bağlı bir şekilde ülkesini yönetir. Bugün bile Etiyopya’nın yöneticisi doğrudan Kral Süleyman ve Kraliçesi Make- da’nın soyundan gelen “Judah’ın fetih aslanı” diye nitelendirilir.
Candace (Etiyopya İmparatoriçesi, MÖ 332)
Kentake (Yunanca Candace), Etiyopya’yı yöneten bir dizi kraliçenin genel adıydı. Ama aynı zamanda İskender, fetih seferleri sırasında, MÖ 322’de Eski Mısır’a ulaştığında, bu ülkeyi yönetmekte olan kraliçenin adı olarak da Candace adı kayıtlarda yer almıştır. Bu zorlu siyah kraliçe, askeri bir stratejist olarak ve saha kumandanlığı ile dünyaca ünlüydü. Efsaneye göre İskender, dünya çapındaki ününün ve kesintisiz zaferler zincirinin bir yenilgiyle, hem de bir kadın tarafından bozulması olasılığını hiç düşünmemişti. Etiyopya sınırlarında ordularını durdurdu ve kraliçenin kişisel kumandasında bekleyen siyah ordulara saldırmadı.
Kentakeler hakkındaki sınırlı bilgi, Roma kayıtlarından, kazılar, ikonografi ve yazıtlardan öğrenildi. Incil’de Resullerin İşleri’nde (8:27-39), Filipus’un Kudüs’ten Gaza’ya giden yolda din değiştirttiği birinden söz edilir: “… Etiyopya ilinden bir adam, Etiyopyalılar’ın kraliçesi Ken- take’nin veziri, bütün hazineleri üzerine müdür olan bir hadım.”
Nil’in doğu kıyısındaki Antik Meroe Kenti hakkında, kazı sonuçlarından detaylar aktaran Pliny, “Kraliçeler Candace adından sıkılırlar. Candace, yıllar yılı kraliçeden kraliçeye geçen bir unvandı” der. Pseudo-Callisthenes, İskender’in Meroe Kraliçesi Candace’ı ziyaretinden söz eder. Söylentiye göre Kraliçe onun Etiyopya’ya girmesine izin vermez. Strabon da, Roma ile Etiyopyalılar’ın çatışmasını anlatan hikâyesinde Candace’ı şöyle tanımlar: Kadının erkeksi bir türü; gözü kara.
7. Kleopatra
(Eski Mısır, MÖ 69-30)
7. Kleopatra, kendisiyle aynı adı almış 7 kraliçenin içinde en ünlüsüdür. İyi bir hatip olarak bilinirdi. Eski Mısır’ın zamanının güçlü imparatorluklarından biri haline gelmesinde büyük rolü olmuştur. Roma’ya karşı ülkesinin bağımsızlığını korumak için mücadele etmiştir. Özellikle sonraki dönemlerde, daha çok Julius Caesar ve Marcus Antonius’la yaşadığı aşklarla kimi yapıtlara konu edilerek “cazibeli, hırslı ve entrikacı” kadın tipinin Antikçağ’daki en ünlü örneği olmuştur.
Makedonyalı 12. Ptolemaios, onu kardeşi ile evlenmek koşuluyla tahtına varis yaptı. Kleopatra, zekâsını ve cazibesini Ptolemaioslar Krallığı’nın kalkınması için kullandı ve ülkesini Roma’yı endişelendirecek kadar güçlendirdi. Kardeşinin arkadaşları, Kleopatra’yı suikast hazırlamakla suçlayarak İskenderiye’den ayrılmak zorunda bıraktılar. Kleopatra’nın bir ordu toplayıp MÖ 48’de İskenderiye üzerine yürüdüğü sırada, Farsala Savaşı’nı kazanan Sezar kente girdi. Krallık Sarayı’na yerleşerek kralla kız kardeşinin arasını bulmaya çalıştı; kraliçenin bir battaniyeye sarılı olarak gizlice Sezar’ın dairesine girdiği ve cazibesiyle onu baştan çıkardığı söylenir. Sezar’a karşı harekete geçen 13. Ptolemaios yenilgiye uğratıldı. Kleopatra Sezar’ın ölümünden sonra Doğu Roma’nın hâkimi Antonius ile ittifak kurdu. Antonius, Efes’te Tanrı Dionysos gibi coşkunlukla karşılanınca, Kleopatra da görkemli bir sahne düzenledi. Çevresi aşk ve güzellik tanrıçalarıyla sarılı bir Aphrodite kılığına girdi. Gözleri kamaşan Antonius, ona iktidarını bağışladı. Böylece Kleopatra, An- tonius ve sarayları için, tamamen Helenistik, ama tantanalı fantezilerin en aşırılarıyla dolu, gösterişli, süslü, “benzeri görülmemiş” bir yaşam başladı. Kleopatra, Fenike, Koile Syria ve Kıbrıs’dan başka Ki- likia’nın, İsrail ve Arabistan’ın bir bölümünü de ülkesine kattı. Böylece Mısır topraklarını, Helenistik Çağ’ın başından beri görülmemiş biçimde genişletti.
Bu sırada Octavianus, çok büyük bir donanma oluşturan Mısır Krali- çesi’ne savaş ilan etti. 2 Eylül 31’de Actium’da yenilen Kleopatra ile An- tonius, Mısır’a kaçtılar. Kleopatra, yeni önder Octavianus’a yanaşabilmek amacıyla, Antonius’dan kurtulmak için kendisi için yaptırdığı anıt mezara çekildi ve öldüğünü söylemeleri için Antonius’a haberciler gönderdi. Antonius haberi duyunca göğsüne kılıcı sapladı. Kleopatra, Octavianus’la karşılaştığında onu etkilemek için çabaladıysa da, başarılı olamadı. Onun amacının, zaferini kutlamak amacıyla kendisini ve çocuklarını İskenderiye sokaklarında teşhir etmek olduğunu anlayınca da, Tanrısal hükümdarlığın simgesi engerek yılanına kendini sokturarak intihar etti.
Dahia-al Kahina (Kraliçe Kahina, 694)
Kraliçe Kahina komutasındaki Afrikalılar, Kuzey Afrika’da, Arap saldırılarına karşı şiddetle savaşmıştı. Kraliçe Kahina Yahudi’ydi ve dinini terk etmedi. Kraliçe Kahina, İslam’ın güneydeki yayılımını Batı Sudan’a kadar engelledi. Hassen- ben-Numam tarafından MS 705’te öldürülmesi, “Afrikayı Afrikalılar için kurtarma” girişimlerden birini sona erdirdi. Kraliçenin ölümünden sonra, Araplar inançlarım ve güçlerini yayma konusunda strateji değiştirdiler. İslam’ın güneyde yayılmasına karşı direnç öylesine güçlüydü ki, kimi Afrikalı kralların eşleri, A- raplar’ın eline düşmektense intiharı yeğliyordu.
İki Nijerya Kraliçesi: Barışçı anne, savaşçı kızı
Kraliçe Bakwa Turunku (?-1566)
Afrika’nın batısında bugün Zaria olarak bilinen Nijerya eyaleti Zazzua, 15. yüzyılda Turunku ve Kufe- na gibi çeşitli savunma yerlerine sahipti. Eski başkent Turunku, ticari merkezin büyüyen ihtiyaçlarını destekleyecek yeterli su kaynağına sahip değildi. Kraliçe Bakwa, Zaria adı verilen yeni bir başkent inşa ettirdi. Bakwa’nın dönemi, barış ve bolluk dönemi olarak bilinir. Etkileyici bir yapı olarak bugüne kalan Zaria Kraliyet Köşkü’nün temelini olasılıkla Bakwa Turunku atmıştır. Mimarlık alanında uzman Dr. Dmochowski bu köşkü “Nijerya ulusal kültürünün en önemli anıtlarından biri” olarak tanımlıyor. Kraliçe Bakwa’nın Amina ve Zaria adlı iki kızı vardı. Kraliçenin 1566’da ölmesiyle hükümdarlık ondan yaşça küçük erkek kardeşi Ka- rama’ya geçmiştir.
Amina (1533-1610)
Kral Sarkin Zazzau Nohir’in torunu, Kraliçe Bakwa Turunku’nun kızı olan Amina 1533’te doğdu. Zazzua, Songhai İmparotorluğu’nun dağılmasından sonra, bütün Sahra ticaretine hükmeden Birleşik Hausa Eyalet- leri’nin şehirlerinden biriydi. Zenginliğini deri eşyalar, giysi, kola, tuz, at ve değerli metallerin ticaretine borçluydu. Amina 16 yaşındayken, iktidarda olan annesi Kraliçe Bakwa Turunku’nun veliahtı oldu. Bu unvanla birlikte, memurlarla günlük görüşmeler yapmak gibi, şehre karşı kimi sorumluluklar da aldı.
Annesinin dönemi barış dönemi olarak bilinse de, Amina savaşçılardan askeri hünerleri öğrenmeyi seçti. Kraliçe Bakwa 1566’da öldü ve hükümdarlık ondan yaşça küçük erkek kardeşi Karama’ya geçti. Amina bu zamanda, Zazzua süvarilerinin lider savaşçısı olarak ortaya çıktı. Askeri başarıları ona şöhret ve güç getirdi.
Karama 10 yıllık bir iktidardan sonra öldüğünde Amina, Zazzu- a’nın kraliçesi oldu. İktidara gelişinden 3 ay sonra ilk askeri seferine çıktı ve ölümüne kadar savaşmaya devam etti. 34 yıllık iktidarında, Zazzua topraklarını en geniş sınırlarına ulaştırdı. Temel amacı, komşu ülkeleri kendi toprağına katmak değil, yerel yöneticileri zorlayarak onlara köleliği kabul ettirmek ve Hausa tüccarlarına güvenli geçiş izni tanımaktı.
Hausa şehirlerlerinin duvarlarının güçlendirilme çalışmalarını yaygınlaştırdı. Kurduğu her askeri kamp çevresine, savunma duvarları inşa edilmesini emretti. Hâlâ var olan kentlerin çoğu, bu koruyucu duvarlar içinde gelişmiştir. Bu duvarlar, “Ganuwar Amina” olarak bilinir, yani “Amina’nın duvarları”. Amina çoğunlukla, “A- mina, yar Bakwa ta san rana” olarak anılır, anlamı “Amina, Bakwa’nın kızı, erkek kadar yetenekli kadın”dır.
Amina’nın aşk hayatı ise oldukça ürkütücüydü; tüm gücünü savaşlara veriyordu; bir eşe ayıracak zamanı yoktu. Hiç evlenmedi ve hiç çocuğu olmadı. Ancak fetihleri sırasında kendisine “bir gecelik eşler” buluyordu. Ertesi sabah, yaşadıklarını anlatmasını önlemek için ilişkiye girdiği erkeği öldürüyordu.
Nzinga
(Doğu Afrika’da Amazon Kraliçesi, 1582-1663)
Kraliçe Nzinga, köle-avcısı Avru- palılar’a karşı savaş açmış çok iyi bir askeri liderdi. 30 yıldan fazla savaştı. Nzinga Angolalı’ydı ve insanlar için ilham kaynağı olarak bilinirdi. Nzinga kimilerince Jinga, kimilerince Ginga olarak da tanınır. Portekizli köle tacirlerine karşı bir insan kalkanı olan militan grup Jagas’ın da üyesiydi. Öngörülü bir siyasi liderdi, yetenekli ve fedakârdı. Kendini tamamen direniş hareketine adamıştı. Angola’yı Avrupalı etkiden kurtarabilmek için birini diğerine karşı kışkırtarak diğer yabancı güçlerle anlaşmalar yaptı. Hem erkeksi bir katılığa, hem de kadınsı çekiciliğe sahip olan kraliçe; bu iki yanını da duruma bağlı olarak kullandı. Zaman zaman dini bile kullanmaktan çekinmedi.
17 Aralık 1663’teki ölümü, Portekiz köle ticaretinin kapılarının açılmasına yol açmıştır. Ama mücadelesi diğerlerim uyandırmaya yardım etti ve halkını özellikle hemcinslerini istilacılara karşı birleşmeye zorladı. Bunlar Nijeryalı Madame Tinabu, Nandi (Büyük Zu- lu savaşçısı Chaka’nın annesi), Güney Batı Afrika’nın Hererolarından Kaipkire ve Dahomialı Kralı takip eden kadın ordusu Behanzin Bowel- le’i de kapsar.
Yaa Asantewa (Ashanti İmparatorluğu, 1850-1921)
İmparatoriçe Yaa Asantewa’nın Britanya kolonilerine karşı savaşı, Gana tarihi boyunca anlatılage- len bir öyküdür. Şefler, Kumasi’de gizli bir toplantı düzenledi. Yaa A- santewa (Kraliçe-Ana) toplantıdaydı. Şefler, beyaz adama karşı nasıl savaşacaklarını tartışıyorlardı. Yaa Asantewa bazı şeflerin korktuğunu fark etti. Kimileri savaşılmama- sı gerektiğini söylüyordu. Ashanti Kralı Prempeh’i geri getirmesi için Hükümet’e yalvarmayı tercih etmelilerdi. Yaa Asantewa aniden ayağa kalktı ve şunları söyledi: “Kimilerinizin kralınız için savaşmaktan korktuğunu gördüm. Eğer Osei Tutu, Okomfo Anoyke ve Opolu Wa- re’nin cesur günlerinde olsaydık, şefler oturup, hırsızın ateş bile açmadan kralı götürmesini izlemezdi. Hiçbir beyaz adam, bu sabah Hükümet’in sizinle konuştuğu gibi bir şefle konuşmaya cüret edemezdi. Artık Ashanti’nin cesaretinin kalmadığı doğru mu? Buna inanamam! Şunu söylemeliyim ki, eğer siz Ashanti erkekleri ilerleme göstermezseniz, o zaman biz kadınlar yapacağız. En sonuncumuz savaş meydanında düşene kadar dövüşeceğiz”. Bu konuşma be- EJEr yaz adamlarla Ashanti’yi MjP kurtarana kadar çarpışmaya yeminli olan erkekleri coşturdu. Ashantiler Yaa Asantewa tarafından yönetilip cesurca savaştı ve beyaz adamı ülkelerine sokmadılar. İngiltere’den 1400 kişilik takviye bir kuvvet Kumasi’ye geldi. Yaa A- santewa ve diğer liderler, ele geçirilip sürgüne gönderildi. Yaa Asan- tewa’nın savaşı, Afrika’da bir kadın tarafından yönetilen son büyük savaş oldu.
Nehanda (Zimbabve’nin büyükannesi, 1863-1898)
1896’da Ingilizler Zimbabve’yi istila edip toprağı ve hayvanları haczetmeye başladıklarında, Nehanda ve diğer önderler savaş ilan etti. Nehanda genç yaşından itibaren fark edilir bir öncülük ve örgütleme yeteneği sergilemişti. Yaklaşık yüzyıldır yaşamamasına rağmen, Nehanda, sağken olduğu gibi, Zimbabve’nin çağdaş tarihindeki en önemli insanlardan olmaya devam ediyor. Hâlâ Zimbabveli vatanseverler tarafından “Mbuya Nehanda” (Büyükanne Nehanda) olarak kabul ediliyor.
Haz.: Güner Or-Ilgın Deniz Akseloğlu
KAYNAKLAR
1) Gordon Childe, “Tarihte Neler Oldu?’, Kırmızı Yayınlan, İstanbul, Ocak 2006, 295 s.
2) Charles Freeman, Mısır Yunan ve Roma -Antik Akdeniz Uygarlıkları-, Dost Yayınevi, Ankara, Ağustos 2003, 699 s.
3) John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2007, 31 4 s.
4) Erik Hornung, Mısır Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Nisan 2004, 203 s,
5) Büyük Larousse, İstanbul, 1986.