6 Kasım’daki ABD Başkanlık seçimlerinden sürpriz çıkması zor.
Zira Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Mitt Romney, bu yarışta kendine çelme atmadan duramıyor; ortaya çıkan son kasedi obama’nın ekmeğine güzelce yağ sürdü. Gazeteci Erdal Güven, Romney’nin gaflarını değerlendirdi, hem de abd’deki seçim sistemiyle ilgili bilinmesi gerekenleri sıraladı.
Aslında hiç de fena gitmiyordu Mitt Romney. Selefi John McCain’e kıyasla dişli bir rakip olarak görünüyordu Barack Obama karşısında. Düşmek bilmeyen işsizlik oranı başta olmak üzere özellikle ekonomik kriz Romney’nin lehine çalışıyordu. Nitekim anketlere göre, Obama ile arasındaki fark, eylül ortası itibariyle iki puana kadar inmişti. Velhasıl Obama’nın işi hiç de kolay görünmüyordu.
Ne olduysa tam da o günlerde oldu işte. Romney’nin ‘kaseti’ çıktı piyasaya. Gizlice çekilmiş bir kayıttı bu. Ses de vardı görüntü de. Romney samimi bir ortamda bağışçılarıyla sohbet ediyordu, ‘Pamuk eller cebe’ minvalinde. Ve bir ara şu cümleler dökülüyordu ağzından: “Her halükârda Obama’ya oy verecek yüzde 47’lik bir kesim var. Sırtını devlete dayamış; mağdur olduklarını düşünen; devleti kendilerine bakmakla yükümlü sayan; sağlık, gıda, konut, aklınıza ne gelirse, artık kazanılmış hak olarak gören bu yüzde 47, Obama’nın yanında. Bu insanlarla işim yok benim. Onları sorumluluk almaya ve hayatlarına çekidüzen vermeye ikna etmemin imkânı yok.”
Bir internet sitesine konan kayıt, ışık hızıyla tüm ABD medyasına yayıldı ve gelip Romney’nin başkanlık kampanyasının tam ortasına çakıldı!
Ne ilk ne de son gaf
Hakkını yemeyelim, çark etmedi Romney; alelacele düzenlediği basın toplantısında, “Daha düzgün ifade edebilirdim demek istediğimi, ama özünde söylediklerimin arkasındayım” dedi. Ama hasar alınmıştı bir kere. ‘Kaset’ sonrası gerçekleştirilen anketlerde, Romney’nin bin bir güçlükle kapattığı fark, 7-8 puana çıkıvermişti bile.
Son olur mu bilinmez ama Romney’nin ilk gafı değil bu. Potansiyelini ilk olarak, adaylığa soyunduğu geçen yılın haziran ayında açık etti. Florida’da çoğunluğu işsizlerden oluşan bir toplulukla sohbet ederken, “Ben de kendi hikâyemi anlatayım size. Şu anda ben de işsizim” deyiverdi. 250 milyon dolarlık servetini bir an unutuvermişti herhalde.
Ağustos sıcağının etkisiyle olacak, Iowa’da bütçe açığının şirketlere daha fazla vergi getirilerek dengelenmesini öneren bir yurttaşa da şu karşılığı veriyordu Romney: “Şirketler halktır, dostum. Şirketlerin kazandığı her kuruş sonunda halka gider. Nereye gittiğini sanıyorsun sen? İnsanların cebine gider tabii ki.” Her şey bir yana ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketinin bile farkında değildi sanki.
Cumhuriyetçi aday, yeni yılın ilk ‘bomba’sını ise Ocak 2012’de patlattı. Sağlık sigortası poliçelerinde müşteri lehine değişiklik yapılabilmesini savunurken, “Bana hizmet sağlayan insanları kovabilmeliyim” deyiverdi. Aynı ay bir kez daha ‘yumurtladı’: “Yoksulluk sınırının altındaki insanlar, kafamı pek meşgul etmiyor. Ne de olsa güvenceleri var.”
‘Sınıfsal analiz’le sınırlı değil Rommey’nin gafları. Mayıs ayında Hispanikleri de kızdırmayı başardı şu sözleriyle: “Babam Meksikalı olsaydı, herhalde seçimi kazanma şansım daha yüksek olurdu bu ülkede.” Şu da fena değildi doğrusu: “Eşimi yanımda fazla dolaştırmıyorum, yüzü eskimesin.”
Dış politikada da İngilizlere beceriksiz demeye getirmesi ya da konsolosluk ile büyükelçiliği karıştırması gibi gülüp geçilebilecek türden gafları olmadı değil Romney’nin. O kadarla kalsa iyi ama fazlası var: Çin ile ticaret savaşına girmekten, Rusya’ya haddini bildirmekten, en önemlisi İran’a saldırı düzenlemekten söz ediyor Cumhuriyetçi aday.
Bunlar, ‘gaf’letten öte cehalet çağrıştıran çıkışlar… Tam da bu yüzden olsa gerek The New York Times’ın etkili yazarı Nicholas D. Kristof özlü bir deyişi anımsatıyordu Romney’ye geçenlerde: “Bilmiyorsan sus, aptallığından kuşkulansınlar; ağzını açıp da kuşkuları ortadan kaldırma.”
Sound raund televizyonda
Gafsız politikacı olmaz kolay kolay. Bush’un, Clinton’ın (!) ne gaflarını işitti bu Amerika. Ama onlar hiç olmazsa başkan seçilene kadar kendilerini tutmayı bilmişti. Oysa Romney, daha son etaba bile girmeden en az yüzde 47’lik bir kesimi kendi diliyle yabancılaştırmayı ‘başardı.’
Karar günü, yani 6 Kasım gelip çattığında seçmen başta ekonomik krizle mücadele olmak üzere, hangi aday kendisine daha fazla umut aşılıyorsa ona atacak oyunu elbette. İki adayın bu ay içinde televizyon kameralarının önünde karşılıklı tartışarak verecekleri sınav kritik önemde. Ama mucizelere pek rastlanmayan ABD başkanlık yarışında artık Obama’nın değil, Romney’nin işi zor. Hem de çok.
Bakalım Obama, muhtemel zafer konuşmasında, ‘kasetçi’ye bir selam gönderecek mi?
En pahalı seçim
Amerikalılar önümüzdeki ay temsilci ve senatörlerini de seçecek. Başkanlık seçimiyle birlikte kampanya döneminde harcanacak paranın 5.8 milyar doları bulması bekleniyor. 2012 Londra Olimpiyat Oyunları bütçesinin neredeyse yarısı.
Amerikalıların geçen yıl yalnızca patates cipsine 7 milyar dolar harcadığı ya da Facebook’un piyasa değerinin 50 milyar doların üstünde seyrettiği düşünülürse, fazla değil belki bu rakam. Ama söz gelimi 49 milyon dolara mal olan Britanya seçimleriyle kıyaslanırsa, dünyanın açık ara en pahalı seçimlerinin ABD’de yapıldığından kuşku yok.
Seçim ayından en kârlı çıkan sektör ise medya: Paranın yarısı, başta televizyon olmak üzere reklamlara gidiyor.
Amerika’da seçim harcamalarının önünde hiçbir yasal kısıt yok. Şirketler ve sendikalar destekledikleri adayın kampanyasına istedikleri kadar bağış yapabiliyor. Bu bağışlar, ifade özgürlüğü kapsamında anayasal güvence altında.
Ne var ki, araştırmalara göre, harcanan milyarlarca doların seçim sonuçlarına etkisi yok denecek kadar az. Pahalı kampanyaların amacı yeni seçmen kazanmaktan ziyade, mevcut seçmeni sandığa gitmeye teşvik etmek.
Seçim sözlüğü
Cephe eyalet (Battleground state): Demokratlarla Cumhuriyetçilerin üç aşağı beş yukarı eşit biçimde dağıldığı, dolayısıyla her iki adayın da kazanabileceği eyalet. “Değişken” (Swing) ya da “Mor” da (Purple) deniyor. Özellikle Florida, Pennsylvania ve Ohio kastediliyor. Adaylar en sıkı mesaiyi cephe eyaletlere ayırıyor.
Kırmızı eyalet (Red state): Cumhuriyetçilerin çoğunlukta bulunduğu eyalet. Listebaşı Teksas. Georgia, Arizona ve Tennessee de kırmızı eyaletlerden.
Mavi eyalet (Blue state): Demokratların çoğunlukta bulunduğu eyalet. En başta Kaliforniya, New York, Illinois ve Washington geliyor.
Yerel meclis (Caucus): Parti üyeleri ve aktivistlerden oluşuyor. Müzakere sonucu ön seçimde, partilerinin hangi adayını destekleyeceklerine karar verip delege atarlar.
Ön seçim (Primary): Çoğu eyalette, hangi adayın destekleneceğine yerel meclis kararıyla değil seçimle karar verilir. Buna ön seçim deniyor.
Delege: Ulusal kurultayda oy kullanarak aday tercihinde bulunan parti üyesi. Eyaletlerdeki yerel meclisler tarafından ya da ön seçimlerle belirlenirler. Delegelerin, eyaletlerinin tercihi doğrultusunda oy kullanması beklenir.
Ulusal kurultay (National Convention): Delegelerin oy kullanıp partinin başkan ve başkan yardımcısı adayını belirlediği toplantı.
Seçici kurul (Electoral college): ABD’de başkan ve başkan yardımcısı resmi olarak halkın değil, halkın belirlediği bir seçmen topluluğunun oyuyla seçiliyor. Bir başka deyişle sandık başına giden 100 milyonu aşkın Amerikalı, başkan ve başkan yardımcısı için oy kullanırken, gerçekte o seçimi yapacak seçmen topluluğunu belirliyor. 50 eyaletten ve eyalet sayılmayan District of Columbia’dan (D.C.) seçilen bu 538 kişilik topluluğa “Seçici kurul” deniyor.
Eyaletlere Kongre’deki (Meclis artı senato) temsilcileri kadar seçici belirleme imkânı tanınıyor. Senatör sayısı her Eyalet için aynı: İki. Bir eyaletin meclise kaç vekil göndereceği ise nüfusuyla orantılı. Toplam temsilci sayısı bu yıl Kaliforniya için 55, Teksas için 38, New York ve Florida için 29’ar, Illinois ve Pennsylvania için 20’şer, Ohio için 18, Washington için 12. Bir eyalette seçmenlerin çoğunluğunun oyunu alan aday, o eyaletteki tüm seçici delegelikleri de kazanmış sayılıyor (Nebraska ve Maine hariç).
Peki seçiciler nasıl göreve geliyor?
Ya partilerinin eyalet teşkilatlarınca aday gösterilerek ya da eyalet çapında düzenlenen kurultayda yarışarak. Kimlerin seçici olabileceğine ilişkin bir düzenleme yok. Kurul genellikle, kalburüstü ve muhakemesine güvenilen insanlardan oluşuyor. Ancak anayasa gereği Temsilciler Meclisi üyeleri, senatörler ve üst düzey yetkililere seçicilik yolu kapalı.
Seçici oy (Electoral voting): Seçmenlerin belirlediği seçiciler, bir sonraki ay oylarını kullanıp ABD başkanını resmen ilan ediyor. Her seçicinin başkan ve başkan yardımcısını seçmek için bir oyu var. Dolayısıyla örneğin üç seçicisi bulunan D.C.’den üç oy atılıyor başkan ve yardımcısı için.
Bir adayın başkanlık koltuğuna oturabilmesi için en az 270 seçicinin oyunu alması gerekiyor. Peki ya eşit, yani 269’ar seçici çıkarırlarsa? O durumda başkan Temsilciler Meclisi’nde basit çoğunlukla belirleniyor. Olmaz demeyin. Thomas Jefferson 1801’de, John Quincy Adams da 1825’te öyle seçildi.
Sistemin püf noktası: Belirleyici unsur, adayların, hangi eyalette kaç seçmenin oyunu aldığı değil, o oylar sonucunda toplamda kaç seçici çıkardığı. Bu yüzden, en fazla seçmenin oyunu almak demek, en fazla seçicinin oyunu garantilemek, dolayısıyla başkan seçilmek demek değil. Yakın tarihten bir örnekle açıklayayım: 2000 seçimlerinde George W. Bush yüzde 47.9, Al Gore ise yüzde 48.4 oranında oy aldı. Ne var ki Cumhuriyetçiler toplamda iki fazla, yani 271 seçici çıkardığı için seçimin galibi Bush ilan edildi.
Sistem farkları
ABD’de yalnız başkan ve yardımcısı tüm vatandaşların katılımıyla seçiliyor. Başkan seçilebilmek için 35 yaşından gün almak, ABD’de doğmak ve en az 14 yıl ABD’de yaşamak gerekiyor.
Başkanlığın anatomisi
Başkan, her şeyden önce hükümetin başı. Kongre’nin çıkardığı yasalar, başkanın onayından geçmek zorunda. Başkanın veto ettiği bir yasanın yürürlüğe girme olasılığı yok denecek kadar az.
Buna karşılık başkan bizzat yasa çıkartamıyor. Ancak bir Kongre üyesi aracılığıyla yasa önerebiliyor.
Başkan, bakanlarını kendisi seçiyor. Ancak bakanların göreve başlayabilmek için Senato tarafından tek tek onaylanması gerekiyor.
Başkan, aynı zamanda devletin de başı ve başkomutan. Uluslararası anlaşmalar imzalama yetkisi var. Ancak yürürlülük için Kongre onayı şart. Savaş ilan etmek için yine Kongre’den yetki alması gerekiyor.
Başkan, en fazla iki dönem görev yapabiliyor. İlk başkan George Washington’ın başlattığı bir gelenekti bu. Franklin D. Roosevelt’e kadar tüm başkanlar Washington’ın izinden gitti. Roosevelt geleneği bozarak dört kez başkan (1933-1945) seçildi. 1951’de yasayla görev süresi iki dönemle sınırlandı.