Erdoğan, nasıl bir cumhurbaşkanı olur?

Recep Tayyip Erdoğan, yeni kariyerinde teamüllere uyar mı? Bu pek mümkün görünmüyor. Peki ya, eski koltuğuna atadığı yeni başbakan ona koşulsuz biat eder mi? Bu da soru işaretleri taşıyor....

Recep Tayyip Erdoğan, yeni kariyerinde teamüllere uyar mı?

Bu pek mümkün görünmüyor. Peki ya, eski koltuğuna atadığı yeni başbakan ona koşulsuz biat eder mi? Bu da soru işaretleri taşıyor. Diğer iç meseleleri ve dış politikayı da eklediğimizde, ilginç bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim.

Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra, başbakanlığında giriştiği ‘usul bozma’ pratiğini devam ettiriyor. Bu arada, gene alışılmadık bir prosedür içinde, ‘halef’ini de seçti ve ilan etti. Bu üsluptan ötürü de onu padişaha benzetenler ve bu olayı “Padişah Sadrazam’ını seçti” diye anlamlandıranlar var.

AKP iktidarıyla birlikte, Osmanlı usul ve erkânı yeniden değer kazandı. Tayyip Erdoğan’ın da kendine göre bir ‘Osmanlı nosyonu’ olduğu, davranışlarını biraz da buna bakarak şekillendirdiği anlaşılıyor. Hatta Osmanlı’dan daha da genişleterek, “İslamiyet’in siyasi tarihi” diyebiliriz belki. Tayyip Erdoğan’ın zihnindeki göstersel (referansiyel) çerçeveyi bu tarihin oluşturduğu belli. Yukarıda “Kendine göre” dedim; sanırım bunun vurgulanması gerekiyor. Yani İslamiyet’in ‘gerçek’ siyasi tarihi değil, söz konusu olan, o tarihin Erdoğan yorumu.

“TEAMÜL DE NEYMİŞ”
Bu ‘mutlakiyet’, Erdoğan’ın düşündüğü ve istediğinden çok daha fazla kayıt kuyutla sınırlanmıştı. Mutlakiyetin -adı üstünde- ‘anayasa’sı falan olmaz; ama yazısız, çok zaman sözsüz kuralları vardır. Bunları toplumdaki siyasi dengeler belirler. Ayrıca yerleşik ‘teamül’lere uymamak, uymayan halife ya da padişahın başına iş açar. Ama görünen o ki, “İslami yöntem” denince Tayyip Erdoğan’ın bundan anladığı kaydı, sınırı olmayan bir mutlakiyet. Beğendiği de bu zaten (“Teamül de neymiş” diye konuştu).

İlginç bir döneme giriyoruz. Hani Çinliler birine beddua etmek istedikleri zaman, “Dilerim ilginç zamanlarda yaşarsın” derlermiş; öyle “ilginç” demek istiyorum.
Evet, Tayyip Erdoğan iktidarı ve iktidarı kullanmayı çok seviyor. Bunu cumhurbaşkanı olarak da yapmaya devam etmek istediğini kendisi söylüyor. Dolayısıyla, bıraktığı başbakanlık koltuğunu devralacak kişiyi seçerken bunları hesaba katmadığını herhalde düşünemeyiz. Yani, Davutoğlu’nun seçilmesinde, onun böyle bir iktidar paylaşımına rıza göstermesi etkeni de söz konusu olmalı.
Burada bir çelişki olduğuna dikkat çekmek gerek. Erdoğan “Yetki kullanan” cumhurbaşkanı olacağını söylüyor, ama söylerken, var olan anayasanın o makamı bu yetkilerle donatmadığının (ya da kendi isteklerini karşılayacak derece donatmadığının) herhalde farkında ki, anayasa değişikliğinden söz ediyor. Ancak, bundan söz ederken bir yandan da değişiklik yapılmış gibi davranıyor.
Bir de küçük soru var tabii, insanın kafasını hafif tertip kurcalayan bir soru: Abdullah Gül, şimdi Tayyip Erdoğan’ın ‘olma hazırlığı’ yaptığı tipte bir cumhurbaşkanlığı yapmış olsa, Tayyip Erdoğan’ın buna tepkisi nasıl olurdu? Pek memnun kalmayacağını tahmin etmek zor değil. Nitekim ipuçları var. Gül’ün söylediği birçok şeye itiraz etti. Örneğin Gül, “Oy her şey demek değildir” yollu uyarısını yapınca, 24 saat geçirmeden oyun her şey demek olduğunu iddia etti.

ÇANKAYA KARİYERİ RAHAT GEÇMEZ
Şu andaki manzaraya baktığımızda, Tayyip Erdoğan’ın her türlü ‘iktidar’a sahip olduğu görülüyor. ‘Yetki/sorumluluk’ dengesini, Davutoğlu’yla yetkiyi alıp sorumluluğu vermek gibi ‘hakkaniyetli’ biçimde çözmüşe benziyor. Bunlara rağmen, Erdoğan’ın şimdi başlayan cumhurbaşkanlığı kariyerinin çok rahat geçeceği kanısında değilim.

‘Dış’ koşullardan girelim söze: Ortadoğu’da -gene- işler karışık: Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, şu ana kadar çok başarılı bir dış politika çizemediler. Özellikle Müslüman dünya içinde aldıkları tavırlar ve tuttukları taraflarla, o dünyada belirli kesimlerin husumetini çekerken, Batı dünyasında da ciddi güven kaybına uğradılar. Ortadoğu’daki bu yeni görüntü, biraz daha erken tarihte sinyal vermeye başlasa da (“One minute” vb.), sonuçta Gezi ‘dönüşümü’ ile denkleşti. Bundan önce Türkiye, ABD’nin, NATO’nun, AB’nin, genel olarak Batı’nın bu bölgedeki güvenilir müttefikiydi. Şimdi öyle değil. Tersine, birtakım karanlık işler çevirdiğinden şüphe duyulan bir ülke. İç politikada olanlar da buna ekleniyor. AKP’liler bunları da Haçlı Seferleri’nin devamı gibi gösterme çabasında, ama şimdiki dönüşümlerine kadar Batı dünyasından destek almışlardı. Cihet-i askeriyeden daha ciddi bir müdahaleye uğramamaları da o desteğin bir parçasıydı. Ne var ki, Batı dünyasının Tayyip Erdoğan’ın yeni bir ‘ebedi şef’ olma adımlarını onaylayarak seyrettiği söylenemez. Böyle olmadığının, ‘dinleme’ hikâyesinden Moody’s raporuna, her düzeyde yeterince belirtisi görülebiliyor.
‘İç’ politika çerçevesinde baktığımızda, aldığı oylara rağmen Tayyip Erdoğan’ın durduğu yerin hayli muhataralı olduğu sonucuna varabiliriz. Erdoğan, 17 Aralık depreminden can havliyle sıyrıldı ya da hâlâ sıyrılamadı. Devam eden polis tutuklamaları ve ‘paralel yapı’ edebiyatının ‘şedde’si, sıyrılmadığının işareti gibi görünüyor. Erdoğan’ın cemaate açtığı savaşın ürettiği, üreteceği bütün sonuçların şimdiden görünür hale geldiğini sanmıyorum. Görünür kabuğun altında tepkiler, kırılmalar sürüyor olmalı. 17 Aralık’ta açılan perdeden gördüklerimize eklenen yeni görüntüler de olabilir, ama gördüklerimiz de ‘montaj/şantaj’ edebiyatıyla silinip gitmedi. Kapanmamış bir hesap duruyor orada.

BİRTAKIM SÜRTÜŞMELER OLACAK
Bir yandan da parti içinde yeni hesaplar açıldığını ima eden konuşmalar, yazışmalar oluyor, sözler söyleniyor. Bunların yeni başladığını sanmıyorum. Ama Tayyip Erdoğan’ın sıkı disiplini altında açık havaya pek çıkamıyordu. Tayyip Erdoğan ‘big brother’ olarak her odadaki ekrandan partisine bakabilir, komutlar verebilir, ama onun yukarı tırmanmasıyla bazı dengeler değişti, her şey yeniden yerine oturana kadar (oturacağını varsayarsak), birtakım sürtüşmeler olacak. Kapanıp unutulacak bir konu değil bu. Belli.

Bir kere, Tayyip Erdoğan’ın şimdi tırmandığı yerin eski sakini Abdullah Gül, orayı çok dostane duygularla terk etmediğini yeteri açıklıkla gösterdi. Aynı süre içinde Şamil Tayyar ile Salih Kapusuz kapıştı. Bu gibi olaylar ve yaygınlaşan ‘Yeniyetme’ terminolojisi, partide bir ‘yeniler/eskiler’ yarılması olabileceğini, daha doğrusu yarılmaların bu eksen üzerine eklemlenebileceğini gösteriyor. Bu ‘üç kere seçilme’ kuralı da hoşnutsuzluğu biraz daha keskinleştiriyor. Bundan, yani üçüncü sefer kızağa çekilme durumundan Erdoğan’ın bir sıkıntı duyduğunu sanmıyorum; duyması için sebep de yok. Yalnızca kendisi üçüncüde başka bir yere sıçramayı başardığı için değil, böylece tebaasını yeniden ve istediği gibi kurma imkânını da elde ettiği için durumdan memnun olmalı.
Huzursuzluğun yalnız parti içinde, siyasi kadrolar arasında olduğunu sanmıyorum. Erdoğan’ın nobran üslubunun, şimdiye kadar partiye destek veren çevrelerde de endişe ve rahatsızlık yarattığını tahmin ediyorum. Türkiye’de kavga seven insan çoktur. Onun için Tayyip Erdoğan’ın çıkışlarından mutluluk duyan, bunun böyle devam etmesini isteyen çok kişi vardır. Bunların çoğu da genç, asosyal, sorunlu insanlardır. Ama çoğunluk değildirler, belirleyici değildirler.
Tayyip Erdoğan, bu gibi kesimlere gitgide daha fazla güven, ama aynı zamanda ihtiyaç duyuyor. Çünkü kendisi ve izlediği siyasi çizgi onu bilinen, alışılmış prosedürlerin dışına çekiyor, hem iç politikada hem dış politikada. Bu durum ise, işi gücü, yatırımı, yarından beklentisi olan, partisinin asıl omurgasında rahatsızlık yaratıyor. Türkiye, ‘devrim muhafızları’ ile yönetilecek bir toplum olma aşamasını geride bıraktı sanıyorum.
Ekonomide de tekleme sinyallerinin başladığını unutmayalım. Ekonomi konuşmak benim işim değil. Ne olup ne bittiğini bin kat daha iyi anlayacak ve anlatacak çok kişi var. Ama burada da işlerin güllük gülistanlık olduğunu sanmıyorum.
Tabii haklı olarak merak edilen bir soru da cumhurbaşkanı ile başbakan arasında ilişkilerin nasıl yürüyeceği sorusu. Şu anda iyi anlaştıkları sinyalini veren iki kişi var, ama bu böyle devam eder mi?
Davutoğlu’nun Tayyip Erdoğan’a saygı duyduğundan, güvendiğinden, doğal önder olarak kabul ettiğinden şüphe yok. Birileri Erdoğan’ın müdahaleci tavrıyla en yakınını bile isyan ettireceğini yazmıştı. Bu yazıda ne olmasını istediğimi yazmıyorum; ne olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Bu bağlamda, evet, Erdoğan isyan ettirebilir. Ahmet Davutoğlu, ‘kukla başbakan’ olacak biri değil ayrıca. Ama Tayyip Erdoğan da seçimini yaparken bunu biliyordu herhalde. Dolayısıyla uyumlu bir çalışma da götürebilirler.

DEMOKRASİYİ GÜÇLENDİRMEYE ÇALIŞMAYACAK
Tayyip Erdoğan, kimin başbakan ‘seçileceği’ konusunda konuşurken, bu kişiyle birlikte Türkiye’yi ‘uçuracakları’ mealinde bir vaatte bulunmuştu. Başkanlık seçimi kampanyasında da ‘yeni’ Türkiye ve köprüler, havaalanları, propaganda cephaneliğinin başlıca ögeleriydi. Seçmelerini doğru bulursunuz, bulmazsınız (doğru bulmak gittikçe güçleşiyor), ama Erdoğan da Türkiye siyasetinde, özellikle de ‘sağ’ siyasette sık sık gördüğümüz ‘kalkınma yaratan’, ‘yapıcı’ siyaset adamları çizgisine oturuyor. Bu rolüne uygun olarak birçok şey de yaptı. Ancak Gezi’den ve 17 Aralık’tan sonra Tayyip Erdoğan bu ‘atak’larını yerine getirirken bir yanda da bir şeyleri koruma savaşı veriyor. Bir şeyleri ve bu arada belki kendini de… Bu durum onun, birçoklarımızı tedirgin eden, kırıcı dökücü tavrında da belirleyici bir rol oynuyor. Onun için, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemin öyle pek asude, dingin bir dönem olamayacağı kanısındayım. Erdoğan’ın çabaları, demokrasiyi güçlendirme yönünde olmayacak, bu belli. Ama Erdoğan’a muhalefetin demokrasiye katkıda bulunması gerekiyor.
Bunun için de öyle bir muhalefet olması gerekiyor.

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Politik
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular