Gaziantep’teyiz… Prof. Dr. Yankı Yazgan’la ki, artık neredeyse bir dizinin başrolünü paylaşan iki oyuncuya dönüştüğümüzü düşünüyorum; o şehir senin, bu şehir benim, paneller vermekteyiz.
Endişeden bahsediyor Yankı Bey.
Yerli ve yersiz endişeden. Bir çocuğu büyütürken ne kadarı işe yarıyor endişenin, ne kadarı ömürden ömür çalıp götürüyor?
Salondaki dinleyiciler de katlıyorlar sohbete. Korkularını anlatıyorlar, endişelerini, kendi hikâyelerini…
Bir çocuk, bir aşk, bir iş büyütmek ne büyük bir sorumluluk aslında.
Sadece endişeden oluşan bir gömlekle yaşamak gibi.
Sırtına, kollarına, göğsüne, boynuna durmadan batan, acı ve ateş veren bir kumaşla sarmalanmak gibi…
Anne olmadan önce salt aşk endişesiydi galiba besleyip büyüttüğüm.
Seviyor mu, sever mi, arar mı, ona bir şey olur mu, beni beğenir mi?..
Sonra iş yaşamı başladığında başarabilir miyim; başarınca, o başardığımı kaybeder miyim diye yaşamaya başladım.
Gün geldi…
Kucağıma bir çocuk verdiler. Küçük, savunmasız, yumuk yumuk bir şeydi… Doğumundan dört gün sonra kuvöze koyacağız dediklerinde o minik bilinçsiz şeye müthiş bir aşk duyduğumu fark ettim. Ya bir gün beni sevmezse diye ilk kez o anda acı çektim. Ya başına bir şey gelirse diye…
Kuvöze konduğu anda ağlamaya başladı. Tekrar kucağıma aldım. O minicik kibrit çöpü parmaklanyla öyle tutunuyordu ki bana… Bırakmıyordu, bıraktırmıyordu kendini…
O geceden sonra bitmez tükenmez endişelerle yaşamaya başladım.
Sağından soluna dönemeyen birkaç günlük bebek için, ya bir gün kötü arkadaşlar edinirse diye, karşıdan karşıya geçebilecek mi diye, ya kötü alışkanlıkları olursa diye endişeler büyütmenin ne kadar sağlıksız olduğunu anlatırken ve yazarken fark ediyorum ama…
* O endişelerden bağımsız sevemiyorum çocuğumu…
Ve böyle de sürecek bu, biliyorum.
Aşk böyle bir şey…
Başarı böyle bir şey, Sevmek böyle; korumak, özenli olma kaygısı böyle bir şey… Kaybetme korkusu yönetiyor insanı…
İşte bu korkunun yoğunlaşması tehlikeli diyor Prof. Dr. Yankı Yazgan. Yersiz endişenin acı halleri çıkıyor ortaya. Mesela:
* Kazanamazsam diye sınava girmemek…
* Ya kabul etmezse diye aşkı içine gömmek…
* Kirlenir diyerek hiç beyaz giymemek gibi…
Misafir odaları, hiç kullanılmamış kristaller, hiç oturulmamış koltuklar…
Endişelerin yaşanılmasına izin vermediği insan nesneleri, yetenekleri, becerileri…
Bastınlmış, körelmiş, yok sayılmış, frenlenmiş duygular…
Bana duygusal derlerse; bana aptal, bana bereciksiz, bana çirkin derlerse…
“Kim ne derse desin” diyebilmek çok güç…
“Demesinler” diye yaşamıyoruz işte.
Bize bir şey demesinler yeter ki…
“Endişemiz aklımıza üstün geldiğinde” diye başlıyor Yankı Bey…
O anda kopup gidiyorum…
Hayatı bir nehir yatağında sürükleyen, o yataktan çıkmasına izin vermeyen küçük endişeler büyüdüğünde o yatakta akan hayatı kurutuyorlar…
Yaşanmamış, yaşanamamış bir şey kalıyor geriye…
Yıllar sonra “Buradan su akarmış bir zamanlar” diyorlar…
Not: Eğer hâlâ almadıysanız, bir Gülümse Dergisi almanızı öneriyorum. Bu pazar okunacak en iyi röportajlar orada. Bu köşeyi takip edenlerin hoşuna gideceğini biliyorum. Sevgiyle…