Bizim ‘kuşak’ için (hani şu altmışlı yılların ütopyacı zamanlarında yumurtadan çıkmış, ama ‘lanetlenmiş’, ‘sürülmüş’ sanki sonsuz hayatın ve ölümün, sanki intihar(lar)ın ve hayata akın eden süvari alaylarının içinde edinilmiş özel’liklerin ikilemlerinde gezginlik/kesişlik etmiş ve “dünyevi ağrılardan” [1], “ağır düşler” [2] ile geçmişler için), şiir hiç bir vakt, yalnızca bir retorik, yalnızca bir edebli söz etme/eyleme zenaatı olmadı. Şiir, yeri ve zamanı geldiğinde, susmak, susmayı bilebilmekti de, bizler için. Gırtlak denilen şu dil bacasından çıkan her sözcüğün, her sesin pazara dönüştüğü, para/landığı, meşhur-iyetin, popüler im ve imgelerin, alışkanlığı, çıplaklığı bile bile bir giysi haline getiren bir ‘total’ yalanın ve iletişimsizliğin diyarlarında sustuk. Ama elbette edecek, ama elbette söyleyecek bir sözümüz olmadığından değil. Bir ‘meram’ için ve onun adına. Susmak, icabında sözün ve sözcüğün ahlâkı olabildiği için. Susku, sözü besleyen ve büyüten bir ‘sabr tarihi’ olabileceği için. “ağır düşlerle geçtim dünyevi ağrıdandan / kazıdım yüzümdeki kibirli lekeleri / tanrılara ait hiçbir şey yok bu dünyada / hayat sonsuz aşk ölümsüz değil asla” [3], diyebilmek için sustuk. Ama elbette bir “mevsim”i olmalıydı; “kırlangıçlara ev sahipliği yapmanın” [4].
Bayram Balcı, Canıma Değmez Hayat (Ütopya Yayınları, Aralık 1999, Ankara) adlı bu ilk kitabına kadar, yalnızca değil ama çoğunlukla ‘dar’ çevreler için bilindik olan şiirlerini kitaplaştırmayarak inatçı bir suskunluğu yeğlemişti. Şüphesiz bu susku dönemi boyunca, aralarında sorumluluğunu da yüklendiği çeşitli edebiyat, politika ve kültür yayınlarında ‘ürün’lerini okurla paylaştı. Ama “yazmak” ve “neşr’etmek” kurumunun vaazettiği sistematiği ve sürekliliği hep reddederek. Şiir dediğimiz şu azaplı söylevin yatağını ve kaynağını entelektüel ve estetik birikimine paralel olduğu kadar, biraz “göçebe”, biraz “sürgün” olarak yaşadığı kendi reel hayatının içinde kurarak. Kişisel olarak ben ve bir çoğumuz, Balcı’nın şiirlerini onbeş yılı aşkın bir dönem boyunca, bir gece yarısı ansızın çalan bir telefon ziliyle uyandırarak buğulu bir sesle okuduğu ya da uzakta bir ‘şehirden’ uzakta bir mahpushaneden “herkes koynunda bir yıldızla uyuyor şimdi” [5], dediği “dördüncü koğuştaki bir ranzadan” [6] yazdığı ve mektuplara iliştirdiği dizelerden biliyoruz. Belki de bu nedenle, kaynağı itibarıyle bir tür ‘underground’ Balcı’nın şiirleri:
“yarım şevişmelerden arta kalan bugunun yabanıl çıplaklığı
adressiz postalanmış bir zarfta çürüyen pul
bu şimdi akşamın alnıma bir iz düşümü yanıtsız sahipsiz
yazın gizindeki nemin kurutulmuş resmi…” [7].
Balcı’nın, şiir serüvenine başladıktan 20 yıl sonra yayımladığı ilk şiir kitabı Canıma Değmez Hayat, yağmur ve hayata doğru sirayet eden bir aşk manifestosu. Okuru yağmura, yağmurda kalmaya, kimi zaman da yağmur-öncesinin farkındalığına davet ediyor sanki:
“bu şehre yağmur yağmazsa üşürüm
bir bardak suyun yarası kanar bende
bir çocuğun avuçlarında kırılmış oyunca
eksilirim. hayat boşa çıkarır beni” [8].
Balcı’nın şiirlerinde “yağmur metaforu”, “şizofrenik bir tarih”in, “depresif metropol söylemleri”nin, “kentli yalnızlıklar”ın, doğu’nun değil Doğu’nun, “ihanetler”in, “sansar tuzakları”nın, “telef olmuş hayatlar”ın , “bir içimlik aşklar”ın ya da “kirli kalabalıklar”ın içinden damıtılan ve kimi zaman “hayatı ihlal” eden ince bir duyarlılıkla işlenmiş muhalif bir karşı duruşa, kimi vakitte lirik bir ağıta dönüşüyor; yaşadığımız dönemin (şu küresel temerküz kampının) yol açtığı yoğun yabancılaşma ve kirlenmeye karşı arınmayı bir eylemlilik olarak telaffuz eden bir tavrın (s)imgesi olarak. Ancak yine de bir husus belirtilmeli: Bir söylem biçimi olarak şiirde tekerrürün / kendini yinelemenin, dile (dilin nesneleştirici etkisine) teslimiyetle sonuçlanan bir tevekkül hali yaratma olasılığı hep vardır.
Balcı kimi şiirlerinde aynı tema, söz dizimi ya da imgeleri (çağrışımsal metaforik ya da doğrudan birebir) tekrarlayarak yer yer bu tevekküle düşmüş izlenimini veriyor. Oysa biliyoruz ki, kendinden menkul bir şiirsellik yoktur.
Seksenli yıllarda üretilmiş, o dönemin iklimini ve etkilerini de içeren ‘yalın’, ‘sıcak’ bir üslupla kaleme alınmış şiirlerden sonra, Balcı’nın doksanlı yıllardan itibaren kendi şiirini giderek daha özgüleşen bir çatı içerisinde dile doğru ve dile içeriden bir müdehala ile kurmaya başladığı kesin (-ki ‘Atsız Karıncada Ölümü Aşkın’ adlı şiirin Balcı’nın şiir serüveninde radikal bir kopuşu / dönemeci temsil ettiğini düşünüyorum); çarpıcı ve gittikçe zenginleşen bir imgelem, dil oyunları, (s)imgeleştirme, şiire hakkını veren bir işçilik, özgün bir sentaks ve yaşanmış bir tarihin sancılı derinliklerinden olgunlaşarak gelen şarabi ve ‘yüzünü hayatın her yerine [9] bulaştıran bir duyarlılık.
“Suyum ıslandı. adımı yırttım
üşüyen palto. sarhoş bir A’yım
vurdum yavrusunu yiyen balığı
avucumda kaygıyla çürüdü su”.
Eğer bir örnekse, her şiir okuru bence şu aşağıdaki dizeleri alıp bir kenara not etmeli (çünkü bir gün lâzım olacak! Çünkü ve hiç değilse “bizim görüntülerimiz var, burjuvaların ise aynaları” diyen Baudliard’ın düsturu eşliğinde, yaşadığımız çağ içindeki duruşumuzu ve muhalifliği yeniden düşünmek için):
“yüzümü yıkarken parçalanıyor aynada suretim
bir taş gibi düşüyorum devletin başına.”
Balcı’nın şiirleri, bir başka yanıyla uzun erimli ve büyük bir tarifin / tasvirin girizgahında yol alan bir serüven olarak da görülebilir. Öyle ki, her şey fiil ve yüklemler, adlar, zamirler ve nesneler, bu girizgah üzerinde, bir özneyi (gizli ya da açık) tarife yönelen sıfatlar ya da (dilbilimsel) tamlamalar halini alıyor. Belki de bu, insanın/öznenin sonunu/ölümü ilan eden ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’ şu postmodern silinti çağına karşı, özneyi, unutulmuş, unutturulmuş ya da kaybedilmiş olanı (haleyi / acrayı) yeniden konturlama, canlandırma kaygısından kaynaklanıyor. Bunun estetik cihette bir söylev ve anlatı tercihi olduğu açık. Balcı bu tercihini kendi şiirinin dil ve uslup sorunsalı içinde gerçekleştiriyor da. (“İğbirar Çiçeğidir Doğu” adlı şiirinde, ‘Doğu’ şiirin atlasında yeniden kuruluyor örneğin. “Siirt atlasın ortasına saplı bir acem hanceridir” artık ve “Urfa”, “bölünmüş bir ırmağın küfrüdür.” (S)imgeleştirme ne ise, bu odur işte). Ama süregenleştiğinde tarif girizgahında üretilen bu sıfatlama, tamlama dizilerinin, bir tür sıfat fetişliğine yol açarak, şiirsel dili (simgesel lehine) zayıflattığı durumlar da yok değil.
Sonuç olarak; yaklaşık 15 yıl önce, karlı bir Ankara gecesinde, kişisel dostluğumuzun o sıcak ve kırılgan coğrafyasına dayanarak, “şiiri bırak” demiştim Balcı’ya. Yanılmak ve geçen 15 yılın ardından bu tümceyi yazabilmenin mutluluğu ile: yolun açık olsun Balcı! Çünkü;
“yıkık surlarda bir eski zaman hikayesi
değiştirdiği adres kadar yaşar insan”. [10]
Notlar:
[1], [2], [3]: Canıma Değmez Hayat
[4]: 30. Harf
[5], [6]: Müebbetlik Kavga
[7]: Aşkın Serinliğinde Boğ Beni
[8]: Bir Şehre Yağacak Yağmurum
[9]: Serçe Ötüşü
[10]: Tokat
Kutlu TUNCA