Binbir Gece Mektupları (3)

Geceler, salt vampirlerin midir? Günışığıyla başı hoş olmayan başkaları da var: Yazarlar var, şairler var… Yazı ile gece arasında, tanımlanması güç bir ilişki var… Bizde yazıcı takımı gündüz “asıl”...

Geceler, salt vampirlerin midir? Günışığıyla başı hoş olmayan başkaları da var: Yazarlar var, şairler var…

Yazı ile gece arasında, tanımlanması güç bir ilişki var…

Yazı ile gece arasında, tanımlanması güç bir ilişki var

Bizde yazıcı takımı gündüz “asıl” işini yapar, yazısının başına da gece geç vakitte çöker. Boğuntunun diğer adıdır gece. Sancıdır gece. Terdir. “Terli bir tren gibi ilerleyen”dir.

Ahmet Oktay, 1982’de TRT’den emekli oldu; asıl işini yaparken yayınlayabildiği kitap sayısı 5’tir. Emekli olduktan sonra kendini yazmaya adadı. 30 kitap yazdı. Şiirler, oyunlar, denemeler, incelemeler, anılar… Onun son yıllardaki üretkenliğine bakıp: “Emekli adam, vakti bol, gece gündüz tırpan sallıyor” yollu düşünüyorsunuz, değil mi? Değil: Günlüğünü yayınladı Ahmet Oktay… Adı: “Gece Defteri”!

Özdemir Asaf’ın şiirinde, kendi şiirinin ipuçlarını buluruz. Asaf, “söylemek için çırpındığı geceleri” sık sık şiirine konu eder. Gündüzleri ‘çırpınmaz’: matbaasında çalışır ve “öğlen rakıları” içer.

Kitap fabrikası Murathan Mungan bile (yayına hazır üç dosyasının yayıncılar tarafından geri çevrildiği yılları anlatırken) bir yerde şöyle der: “Geceler ve kelimelerle dolu üç dosya, onların koyu karanlığı, çekmecelerimde sahipsiz birer ölü gibi yatıyorlardı.”

Enis Batur, mektup konusunu deşerken, bu ‘gece’ işinin altında yatan nedenleri pek güzel açıklar:

“Her şeyi gece yazmayı beklemiş, önce geceleri yazmak zorunda kalmış, sonra da geceleri yazmaya alışmış biri için mektup zamanı birdir: Karanlık çöktükten, yerleşip yer ettikten hayli sonra yazılabilir en koyu mektuplar.”

Vücuduna Mahkum Olduğun Yer

Mahpusanede gece yazılmaz. Çünkü, tavukların uykuya daldığı vakitlerde “kader kurbanlarına” da yat emri verilir: koğuş ışıkları kesilir. Akşam erken iner mahpushaneye…

Oralara düşen “yazı kurbanları”, gündüz yazarlar…

Damlar, insanın kendi vücudunu dinlediği, onu duyduğu yerlerdir. Dışarının kalabalığında kendi vücutlarını duymak, dinlemek şöyle dursun, neredeyse onun varlığından bile habersiz olanlar, içeride yalnızca kendi vücutlarına mahkum olurlar.

13 yıl hapiste derman kalır mı? Koca Nâzım, “görülmüştür” damgalı bir mektubunda, Adalet Cimcoz’a şunları yazar:

“Karaciğerim fena halde azdı. Yeni muayene oldum, iki parmak daha büyümüş. Sancıyor da mübarek…”

Nâzım’ın daha sonraki yılları, “dışarıdaki” yılları, “içeriden getirdiği hastalıklarla” cebelleşerek geçecek…

‘Şiirin Kanadında Mektuplar’

Ataol Behramoğlu, 12 Eylül döneminde Barış Derneği davası nedeniyle tutuklu bulunduğu Kartal Maltepe Tutukevi’nden, “taşra”da, Antalya’da yaşayan şair Metin Demirtaş’a yolladığı mektuplarda sık sık şiirden, imgeden, şiirin ve yazının sorunlarından, çeviriden, tiyatrodan, İstanbul’dan bahseder. “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” şiirinin şairi, sanki dışarıdaymış gibi yazar:

* ‘Eleştiri’ adlı bir dergi çıkıyor, izliyor musun? 2. Sayısında M. Cevdet’le yapılmış çok ilginç bir konuşma vardı şiir üzerine. Okumanı isterdim, eğer bu dergi geliyorsa Antalya’ya. Gelmiyorsa abone olmanı öneririm. Katılmasak da, oldukça ilginç ve kendi içinde tutarlı bir görüşün yaklaşımını içeriyor burada yayınlanan belli başlı yazılar.

* Şiir üstüne düşünüyorum. Yalın, fakat daha renkli bir şiir dili düşlüyorum. “Türkiye Üzgün Yurdum” şiiri buna bir örnek sayılabilir… Beyitlerle, ya da üçer dizelik kıtalarla oluşan şiirlere yatkınım şu ara. Bir de, “Bir Gün Mutlaka” vb. türünde, o çağlayan gibi gelen, biraz gerçeküstücü (ya da bilinçakımcı diyelim) şiirler…

* Mayakovski’nin dizelerini örnek vererek imge olup olmadıklarını soruyorsun: “Gökyüzü ne kadar cömert / Bol keseden ne çok yıldız sunmuş geceye“… Bence bu dizeler imge değil, benzetmedir.

İsmet Özel’in “Dudaklarımda çürükler vardı / Dağ çiçeklerinden ötürü” dizeleri imgedir. “Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin / Üzgün, kara, ayaklanmaya hazır” dizeleri de…

İmge kavramını, mantığa indirgenemeyen, tam olarak açıklanamayan bir anlatım olarak düşünüyorum… İmge, mantıkla açıklayabileceğimiz benzetme, metafor, alegori gibi ifade biçimlerinden farklıdır; mantıkla tam olarak açıklanamayacak bir izlenimdir.

* “Türkiye Üzgün Yurdum”u Japon şiirlerine benzetmen çok ilginç. Burada bir arkadaş da, yazdığım başka bir şiir için aynı şeyi söyledi: “Japon hayku’ları gibi” dedi. Japon hayku’ları hakkında fazla bir bilgim yok… Aklımda (İngilizce çevirisinden okuduğum) bir klâsik Japon şiiri kalmış. İngilizcesi hâlâ ezberimde:

When the evening mist
Rises above the rushes
and the wild duck’s cry
sounds chill in the evening
I will think of you my love.

Züppelik olsun diye değil, İngilizcedeki sesleri de hoşuma gittiği için İngilizcesini yazdım. Sanırım şöyle çevirebiliriz bu şiiri, kabataslak:

Akşam sisi
kamışların üstünde yükseldiğinde
ve yaban ördekleri bağırdığında
sesler üşüdüğünde akşamda
seni düşüneceğim sevgilim…

Tabii, kötü, acele bir çeviri oldu. Söylemek istediğim, bu şiirdeki doğa betiminin bir imgeye dönüşmüş olduğudur. Bu akşam görüntüsü, şairin iç dünyasını da yansıtıyor. Betimi aşan bir şey var burada. İşte o, imgedir diyorum.

* Çeşitli halksal kültürlerle yoğrulmuş bir tarih ve coğrafya bölgesindeyiz. Dilimize çeşitli dillerden gelen sözcükler, kavramlar var. Bunlar sadece anlam bakımından değil, ses bakımından da dilimizi zenginleştiriyorlar. Bu sonuncusu, biz şairler için de özellikle çok önemli. Bu bakımdan, sözcük seçiminde rahat olmalıyız diye düşünüyorum… İlle de öztürkçe yazacağız diye bir kaygımız olmamalı.

* Dergileri, tartışmaları izliyor olmana sevindim. İnan oradaki yaşamınızı kıskanıyorum. Taşra boğuculuğunu da biliyorum elbet ve korkuyorum ondan. Fakat şu İstanbul yaşanmaz bir yer oldu artık. Eninde sonunda küçük, sakin bir yerde yaşamak istiyorum. Hayatı, insanları doğru dürüst algılamak için. Aslında, büyük şehirleri severim ben. Ama İstanbul büyük şehir de değil. Büyük şehrin, uygar büyük şehirlerin olanaklarına sahip değil. Gerçek büyük şehirlerde yaşamak bir zevktir aslında.

“Şiirce”yi Bilmeyen Şair

Edip Cansever’in gecelerle arası yoktur: O, her şeyini gündüz yazar. Şiirlerini, yazılarını, mektuplarını…

Antikacılık yapan Cansever, dükkanın asma katını ‘ofis’e dönüştürür ve 9’dan 5’e şiir yazar. Dükkana ise ortağı bakar. Cansever, eleştirmen Mehmet H. Doğan’a yazdığı mektupta bu durumu şöyle açıklar:

“Kapalıçarşı 1954’te yandı. Bu tarihe kadar ırgat gibi çalışırdım dükkânda. Şiire çok az zaman ayırabilirdim. Hemen yangından dört beş ay sonra şimdiki dükkâna yerleştik. Ortağım çok anlayışlı çıktı, ben de yukardaki asma katta bütün gün şiir yazmaya başladım. Kapalıçarşı yangınının bendeki olumlu etkisi budur.”

Cansever’i, o günlerde, yabancı dil öğrenme tutkusu sarmıştır. Bu nedenle, hocalar tutar, eş-dost eşiklerini aşındırır. Evini ilk kez ziyaret ettiği bir edebiyatçı dostunun kitaplığını karıştırdığında hayâl kırıklığına uğrar; yanındakilere: “Yabancı dilden bir tek kitap yok kitaplığında. Yabancı dil bilmez mi bu adam?” diye sorar.

Fiyaskoyla biten kendi yabancı dil serüvenini de, gene Doğan’a yazdığı ve bir başka fiyaskoyu anlattığı mektubundan öğreniriz. Cansever, okuması için şiirlerini götürdüğü ve daha sonra dost olduğu Ahmet Hamdi Tanpınar’ı konu edinir bu mektubunda:

“Bütün odayı röprodüksiyonlarla doldurdu, bana uzun uzun resim anlattı, müzikten, Valery’den söz açtı. Bir süre sonra çıktım. Doğru Haşet’e gittim. Bir sürü resim aldım, Valery’nin Melange’ını aldım. Ertesi günü bir Fransızca hocası tuttum, aylarca ders aldım. Karşılıklı konuşmaya başlamıştık bile. Bir gün dedim ki bizim hocaya, biraz da Valery okusak olmaz mı? Olur, dedi. Açtık kitabı, adam bir türlü çeviremez Türkçeye. Hoca çeviremezse ben nasıl çeviririm ilerde? Baktım olacak gibi, kestim ders filan almayı, doğru meyhaneye. O zamanlar nasıl anlayabilirdim ki, bizim hoca şiirceyi bilmiyor asıl.”

“Dövüşelim!”

Ataol Behramoğlu’nun “büyük şehir değil” dediği İstanbul’un bir tuhaf semtinde, iki tuhaf şair yaşamaktadır: Enis Batur ve Küçük İskender…

Evlerinin arasında iki blokluk bir mesafe vardır ve çok seyrek karşılaşmaktadırlar. Bu karşılaşmalarda da çok az şey konuşulur. O çok az konuşmalar da, şiire ilişkin konuları içermez.

Bir gün, tuhaf bir şey olur: Enis Batur posta kutusunu açtığında, Küçük İskender’den gelen bir mektupla karşılaşır. İskender, kısacık mektubunda şöyle demektedir:

“Türkçe edebiyatta çok özlediğim bir şeyi niçin sizinle yapmama kabahati işliyoruz?! Yazışan iki tip olalım: Olgun/Bilge ile Genç/Heyecanlı! Çatışalım. Metin aracılığıyla dövüşelim.”

İskender, sürdürür mektupları…

Kahkaha Toplayanlar

Enis Batur ne yapsın? Yazı programı o kadar yüklüdür ki, değil metin aracılığıyla döğüşmek, tek bir mektup yazmaya dahi zamanı yoktur. Sonunda, bir taşla iki taş vurur: oturup İskender’e bir mektup yazar ve bu mektup metnini “Bu Kalem Melûn” adlı kitabına 54’ncü bölüm olarak yerleştirir! İşte, iki kuşu vuran taştan bir bölüm:

Sevgili İskender,

…Mektup yazmak, yazışmak mesafedir; mektupla yazmak, yazışarak yazmak iyiden iyiye ince ayar isteyen bir mesafe gerektiriyor, sanıyorum. Topu topu iki sokak arayla oturuyor oluşumuz beni tedirgin etmiyor; epi topu iki kez görüşmüş olmamız da: Tam tersine, doğru mesafeyi bulmak için doğru ölçütler sayılabilir bunlar (…)

Bana gönderdiğiniz mektupların zarflarında ‘Prens’ yazmanız baştan beri tuhaf, ola ki sapkın bir sıcaklık uyandırdıydı içimde. Kim inanır bilmem, çok da ilgilendirmez beni kimin inanıp inanmadığı, sahipli ya da sahipsiz bir tahtın varisi sayıyor değilim elbette kendimi, damarlarımdaki kanın rengine ilişkin garip imgeler de geliştirmedim kafamda bugüne dek; öte yandan, İskender, sizin de ‘Prens’ imgesinin içinden bu tür anlamlar kovalamış olduğunuzu düşünmüyorum: Belli durumlarda kelimelerin sözlük anlamlarını hepimiz terkederiz.

…Ürpertimin ilk, asıl kaynağı burada İskender: Tiplemeye, tip olmaya bir itirazım yok, pekâlâ kendimizi Brecht’in büyük bir hayranlıkla yeniden yeniden okuduğum “Me-Ti”sindeki şahıslar, figürler galerisine ekleyebiliriz. Ne ki olgun, bilge kişi figürünü oynama düşüncesi aynamda gördüğüm kayboluşla taban tabana çelişiyor (…)

…İçimde “Genç bir Şaire Öğütler” yazmaya hazırlanan biri beklemiyor. Diyeceksiniz ki, “bundan söz edem kim?”. Biliyorum, İskender: Ne siz bunu bekleyecek konumdasınız kendi serüveninizde, ne de ben böyle bir zaviyede duruyor, seyrediyorum. Bu bilge/genç kutuplaşmasından onun için uzak duralım, diyorum: Bir tipleme çerçevesinde gene mızraklanırız, içinde yaşadığımız ortamda. Onu büsbütün iplemesek, büsbütün kopmanın yolunu arardık: Pessoa’nın sandığı, Rimbaud’nun bavulu. Ne yazık ki burdayız şimdilik: Açıkça ya da gizlice, sık sık ya da her an, kin ya da öfke kusuyor, alkış ya da lanet topluyor, eninde sonunda örgütlenmeye çalışıyoruz, tenha kavim içre (…)

Gelin öyleyse, İskender, Küçük ve Prens kalalım şu hatta. Bir varoluş sıkıntısı yaşamıyoruz biz, kem cemaatın ortasında. Bugün ölsek, yarın çınlayacak kadar kahkaha topladık şimdiden. Dönüp nektar depolarımızda sayım yapalım: Hölderlin’in ünlü sorusunun yanıtını iki yüzyıl sonra bir de biz didikleyelim: “Neden gereksin çöküş zamanında şairler?”

Yanlış anlaşılmak istemem gene de: Uzlaşalım, iyi geçinelim demiyorum. Hölderlin’in sorusunun peşisıra kendi konumumuzu didikleyeceksek, yüzlerimiz şamara açık durmalı. Ürpertinin ikinci kaynağı bu: burada bugün, burada ve ötede yarın ne için ve niçin varız sorusunu kan içinde kalmayı göze alarak kat edecek miyiz?

Prens yer değiştirdi.
Sıra sizin.

Enis.”

Bu mektubu okuyan İskender’den yeni bir ‘hamle’ daha gelir. Ama, Enis’ten epi topu bu kadardır: “her zamanki gibi yazısının bencilliği alıp kendi kıyısına taşır onu”, “sürdür(e)mez”.

 

Zeynep EGE

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
EdebiyatKültür&Sanat
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular

  • Michel Welbeck ve Umutsuzluğun Günahı – Julian Barnes

    1998 yılında Paris’te düzenlenen Prix Novembre’nin jüri üyelerinden biriydim; adından da anlaşılacağı üzere edebiyat sezonunun sonunda verilen bir ödüldü. Goncourt jürisi Welbeck’in romanını yanlış anladıktan ve diğer jüriler hatalarını...
  • Patricia Esteban Erles; Oyun

    Patricia Esteban Erles, çağdaş bir İspanyol yazar ve gazetecidir. Kısa öykü yazarı olarak tanınır. Eserleri, Zaragoza Üniversitesi’nin “Kısa Öykü Ödülü”, “XXII Santa Isabel de Aragon Araştırma Ödülü” ve “Dos...
  • Metamodernist Edebiyata Giden Yolda; Veronika Serbinskaya

    21. yüzyıl, toplumun ve kültürün gelişmesinde yeni bir çağın başlangıcı olup, mevcut kavramların yeniden değerlendirilmesine ve yeni görüşlerin oluşmasına yol açmaktadır. Yeni doğan bu bakış açısı şimdiden “post-postmodernizm”, “altermodernizm”,...
  • Kutzeye’nin Edebiyat Dünyası L. Doktorova

    John Maxwell Kutzeye (d. 1940), 2003 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Nobel Ödülü’nü dördüncü kez bir Afrikalı, ikinci kez de bir Güney Afrika temsilcisi kazandı. 1991 yılında bu prestijli edebiyat...