Sanatçilarin mektuplari, bir danisikli istir. Özel hayatlardan fragmanlar da tasisalar, bir gün yayinlanacaklari varsayilarak kaleme alinirlar.
Londra’da yasayan Türk yazari Feyyaz Kayacan söyle diyor: “Her ülkede basin, yayin, yazin evreninin iyice benimsenmis görenekleri vardir. Bunlardan biri, mektup yazmak, mektuplasmaktir. Karsilikli bir çabadir bu. Siir, öykü, resim kadar titizlik, derinlik, içtenlik isteyen bir yazi dalidir. Örnegin Voltaire, Diderot, Rousseau, John Keats ve Van Gogh’un mektuplari, öteki yapitlari kadar özgün ve degerlidir. Belki de, bizde, mektuplar saklanmadigi, büyümsenmedigi ve en acisi, yanitlanmadigi için bu yazi türü gelismemistir.”
İsler Kesat Olunca…
Ama, bir de yayinlanmasi düsünülmemis mektuplar var. Gündelik hay-huyun içinde karalanan, çiziktirilen seyler…
Victor Hugo, yayincisina yolladigi o kisa mektubun yayinlanacagini ve ünlü mektuplar halkasina ulanacagini, yazarken hiç hesaplamamisti belki de…
Olay su: Hugo, para açisindan dardadir. Uzun süredir son kitabinin satis durumu konusunda da yayincisindan ‘tik’ çikmamistir. Bir mektup yazip hem satis durumunu ögrenmeyi, hem de satislardan gelen paranin kendi payina düsen kismini istemeyi düsünür. Ancak, bu, yasami boyunca yapmadigi bir seydir ve tedirginlik içindedir. Nedir, parasizlik da bir yandan “Sefiller” yazarini ince ince dürtmektedir. Yazar yazar yirtar. Ikinci gün, daha kisa ve ‘ticari’ bir mektup yazmayi planlar. Ama o kisa mektuplar da çöp sepetini boylar. Sonunda, ak kâgit üzerine sadece bir “?” isareti koyarak zarfa yerlestirir ve postalar.
Yayinci, mektubu alinca sasirir. Oturup bu “?” isaretinin ne demeye geldigini düsünmeye baslar. Olayi çözümlemesi uzun sürmez: tasradan gelen kulagi delik konuklardan da yazarin mali durumunun iyi olmadigini ögrenmistir. Nasil cevap verecegini bilemez. Çünkü, yazarin son kitabi hiç satmamaktadir, stoklar oldugu gibi durmaktadir. Yayinci da yazar yazar yirtar. Sonunda, o da ayni yöntemle isi çözümler: Victor Hugo’ya yolladigi cevap mektubunda sadece bir “!” isareti vardir!
Sözcükler… Sözcükler…
Sanatçilarin (özellikle sairlerin) yazdigi mektuplarda çarpici duygular, çarpici sözler, çarpici sözcükler arariz, degil mi? Aslinda bu isler allengirlidir. Onlar da çokluk mektuplarina “sevgili”, “degerli” gibi siradan sözcüklerle baslarlar. Sair Pablo Neruda, hayati boyunca basina bela olan, kendini ülke ülke kovalayan kadinlara mektuplarinda “sümüklüm” diye hitap eder de, siyasetin soguk yüzünde yasayan ve bir askerin dipçik darbeleri altinda can veren Rosa Lüxemburg “ askim, altinim, hazinem” demeyi yegler.
Cemal Süreya, kadinlarina yazdigi mektuplarda “sevgilim” sözcügünü yeniden – üretir. Bu sözcügü, bastaki ‘hitap’ bölümünde kullanmaz da mektubun ortalarinda biryerlere sokusturur. Tek sözcük olarak kullanir. Tek sözcük olarak kullanmakla kalmaz: tek sözcükten olusan bir paragraf olarak kurgular.
Sanatçi mektuplari ‘tak!’ diye biter. Makale bitisi gibi, öykü bitisi gibi, siir bitisi gibi… Ama selam kelam edip bitirenler, öperek bitirenler de az degildir. Eluard, asiriya vardirir: daha sonralari Salvador Dali’ye kaptiracagi Gala’ya “memelerinden, gözlerinden, agzindan öperim” diye yazar.
[Yazinin tam burasinda, bellegimin bir oyunu: Mektuplarini “Köpegin” diye imzalayan Mayakovski miydi, Kafka mi?]
Bir de gazeteciler var; isi sözcüklerle olan, sanatçilar denli sözcüklerle hasir – nesir, “kelime cambazlari”… Ali Kemal’in Mizanci Murata’a yazdigi mektubun bitis cümlesi:
“Aile-i ismet-meablarinin eteklerinden, efendimizin ellerinden öperiz.”
Çogul… ‘Tekil’i, ‘ben’i soyutluyor… Çogul, saygiyi çogaltiyor…
Kronik Nisanli: Kafka
Kafka, nisanli oldugu kizlara, Milena ve Felice’ye, el emegi – göz nuru mektuplar yazmistir. Kafka, delibozugun tekidir. Hayatina girdigi kadinlara büyük acilar çektirdigi, cehennem alazlarina sokup sokup çikardigi biliniyor. Peki, o halde, iskence ettigi, inim inim inlettigi o kadinlara niye yazdi onca mektubu? Bunu bir günah çikarma yöntemi sayanlari ciddiye almamak gerekir. Kafka, sorunun cevabini bir baska soruyla veriyor: “Kadinlarin mektup yoluyla baglanabilecegi dogru mudur?”
Bir deney mi yapiyordu Kafka?
Kafka’nin kafasinda dönen tilkileri bilemiyoruz, ama ‘yazi’ yoluyla okuru baglamis ender yazarlardan biridir. Bu soru baglaminda, Kafka’yi bizim Ergin Günçe’miz savunmustur: “Onun niyeti zaten mektup yazmaktir.”
Kafka’nin mektuplari konusundaki polemige bulasanlardan Deleuze – Guattari ise, ‘iddia makami’ gibidir: “Kafka, hem birlesmemek, hem de ayrilmamak için yazmistir nisanlilarina o mektuplari…”
Baska Biri Olup Yazmak
“Ulysses”, James Joyce’un basyapiti… Her bölümü bir baska ünlü metne göndermeler yapan, kimselerin anlamadigi, talihsiz bir kitap… Niye anlasilmiyor? Kitabi anlamak için “metnin tarihi”ni bilmek gerekiyor. Her bölümde dili kabuk atan, biçemi bukalemunu oynayan bu yapit için Murat Belge: “Türkçeye çevrilemez!” hükmünü vereli yillar oldu amma, sonunda çevrildi! Hemi de 5.000 (bes bin) satti! Yüksek entelijansiyamiza göre: bu rakam bir sey ifade etmiyor, çünkü herkes ‘moda’ oldugu için satin aldi kitabi; anlayan yok!
Bir dergimizin yaptigi ankette de, birçok ünlü yazarimiz, kitabi aldigini fakat okuyamadigini itiraf etti! Yine ayni dergiye göre, kitabi okuyup anlayan 3 Türk var:
Bir: Çevirmeni,
Iki: Murat Belge,
Üç: Orhan Pamuk.
Derginin mantigi pek basit: Çevirmen, anlamasaydi çeviremezdi! Bati kültürüyle büyüyen ve Yahya Kemal’i Baudelaire’den sonra taniyan Murat Belge ise, kitabi, çevrilemeyecegi konusunda fetva verecek kadar hifz etmis bir seyhülislamdi! “Çevrilemez” dedigine göre, okumus ve anlamisti! Orhan Pamuk’a gelince; sözkonusu derginin yazarlarina “Kitabi okudum ve anladim,” demisti. Koskoca Orhan Pamuk yalan söylecek degil, a!
Joyce’un kaderi Türkiye’de böyle de, dünyada çok mu farkli? Onu, üniversitelerde tesrih masasina yatiran üç-bes kisinin okuyup anladigina inaniliyor. Hiçbir zaman best seller olamadi; kitaplari, dünyada da Türkiye’dekine benzer tirajlarda geziniyor. Ama onu okuyup anlayabilen okurlarinin içinden (bkz. orhanpamuk) best seller yazarlar çikti.
Joyce, yapiti yayinlandigi zaman karsilastigi suskunluk karsisinda panige kapilmis ve yayinevine “Yugoslav bir hanim” imzasiyla övgü mektuplari yollamistir. Yayinci Sylvia Beach de bozuk bir Ingilizceyle yazilan bu mektuplari Valery, Larbaud gibi sanatçilara göstermek gafletinde bulunmustur! Tümüyle “dil”e yaslanan böyle bir yapiti dil bilmeyen birinin övmesi, sanatçinin arkadaslari arasinda ve yayin çevrelerinde kuskuyla karsilanir. Yazara bir sey demezler, ama her yerde bu mektuplarin yazaninin bizzat yazarin kendisi oldugunu fisildamaktan da geri kalmazlar.
Joyce ise, yakin çevresine, yemin billah bu mektuplari kendinin yazmadigini, ama birisinden kuskulandigini söylemistir: zanli, 28 yasinda, Samuel Beckett adinda tuhaf bir ‘herif’tir…
Nitekim, Samuel Beckett, ilerleyen yillarda “bir Ispanyolun bozuk Ingilizcesiyle” mektup-metinler yayinlayacaktir!
“Kültür Dedigin”
Sair, sairin kurdudur. Genelleme yapmak dogru degil ama, pek birbirlerini sevmezler. Yahya Kemal hiç bir sairi begenmez, övmez. Ece Ayhan’in sövmedigi, yerin dibine batirmadigi sair yok gibidir. (Önemlidir: Ece Ayhan, Ece Ayhan’in izinde bir siir kovaladigi söylenen ama genç yasta intihar eden Nilgün Marmara için güzel seyler söylemistir.)
Genelleme yapmak dogru degil dedik ya; bakin, soyut siirler yaziyor diye elestirilen Ilhan Berk, bu genellemenin disinda kalan sayili birkaç örnekten biri. Dostlarina yazdigi mektuplarda, bir dengine düsürür ve bir baska sairin boynuna çelenkler asar. Ona göre, bir sairin nereye baktigini bilmek bile, “kültür” denen esige ayak dayamanin ta kendisidir.
Cemal Süreya’ya sunlari yazar:
“Daglarca’yi her anisinda seviniyorum. Benim onunla iki-üç bulusmam oldu, hepsi bu. Birinde, Cumhuriyet Lokantasi’nda rastladim ona (sarap, karpuz vardi önünde). Çikip, yürüdükçe de soru yagmuruna tuttum onu. Oktay Rifat’i nasil buldugunu sordugumda, ‘Gelismedi’ dedigi aklimda. Bir kez de Istiklal Caddesi’nde rastlamistim, eliyle pardesüsünün dügmelerini açmisti, sonra da yürüyüp gitmisti.
Istiyorum ki sik sik görün ona. Benim olanagim yok. Büyük bir sairin yasadigi unutuluyor. Pust bir çag bu çag! Kültür dedikleri nedir biliyor musun? Daglarca’nin ne yiyip içtiginin bilinmesidir. Onun ögle yemegini, ögleyin ne yiyip içtigini bilmeliyiz (ki evlerin ruhu da kültürdür).
Sonra, nelere bakiyor o? Neleri seviyor?
Homeros’u görebiliyorum ben ama, Daglarca gizleniyor. Homeros’u bana gösteren ise onun için icat edilen kültürdür, yalniz odur.”
Ilhan Berk, fetis düzeyinde bir siir bayragi tasiyor. Sairin birey olarak kültüre yansisi konusunda söyledikleri de, büyük ölçüde abartma içeriyor. Ama, bunda ne kötülük var? Daglarca’nin Oktay Rifat için söyledigi “Gelismedi!” türünden kiyiciliklarla basedebilmenin tek yolu olarak, abartmaya ve fetisizme siginiyor. Kimilerini kan tutar, kimilerini kan çeker…
Daglarca da kiyicilardandir; butun ünlü – ünsüz sairlere birer kulp takar. Cemal Süreya, bir dergide yayinladigi günlügünde, çok sevdigi kahve arkadasi Daglarca’nin bencil oldugunu yazar. Yazi yayinlandiktan sonra, kahveye hisimla giren Daglarca bir masada çelebi çelebi oturan Süreya’ya açar agzini, yumar gözünü. Nasil olmustu da onun bencil oldugunu yazabilmisti? Süreya susar…
Daglarca, kisa bir süre sonra, yelkenleri suya indirir: “Evet,” der, “bencilim ben!”
Bu da, Ilhan Berk’in sözünü ettigi o kültürün bir parçasi iste…
Kabadayilar
70’li yillar, Daglarca’nin günde en az bir siir çikardigi verimli yillardir. Sair, garip bir hirsla, yazdigi her siiri dergilerde yayinlamaya durmustur. Ne ki, Türkiye’deki dergi sayisi Daglarca’nin üretim hizinin ardindadir; o da büyük – küçük ayrimi yapmadan her dergiye siir vermekte, bazi dergileri de bes-alti siirle bogmakta bulur çözüm yolunu.
Gençler ise bu durumdan sikayetçidir. Bütün dergilerin subaslarini Daglarca ile birlikte S. Kudret Aksal, Ilhan Berk ve Oktay Rifat tutmus, yeni isimlerin önü de tikanmistir. Tasra dergileri, onlara “edebiyat kabadayilari” demeye baslar.
“Edebiyat kabadayilari”, dönemin kosullari baglaminda, önü tikali gençlerin ya da tasra dergilerinin buldugu özgün bir deyim degildir. Deyiminin kaynagi Kemal Tahir’dir ve bunu 1933’te Vâlâ Nurettin’e yazdigi bir mektupta kullanmistir. Bu mektup, yillar sonra Kemal Tahir tekke sahibi olunca, müridler arasinda elden ele dolasacaktir.
Nedir Kemal Tahir’i bu mektubu yazmaya iten nedenler? Kisa adi Vâ-Nu olan Vâlâ Nurettin, o günlerde görev yaptigi Aksam gazetesinde hem köse yazilari yazmakta, hem her gün bir öykü yayinlamakta, hem de birbiri ardindan “Öldüren Kim?”, “Gençlik Hatasi”, “Dipsiz Kuyu”, “Tavanda Yürüyen Fil” gibi nefes kesen romanlar tefrika etmektedir. Bütün bu farkli seyleri kivirabildigi için de ölçüsüz övgüler almaktadir. Gün gelir, Vâ-Nu, aynaya bakip söylenmeye baslar: “Ayna, ayna! Söyle bana…”
Kendisi gibi yazarak geçinen diger kalem erbabini (Peyami Safa’nin Cingöz Recai’si 70.000 basmaktadir o günlerde; evet, yetmis bin!) kalemine dolamaya, çamura batirmaya baslar. Ustalar biter, sira acemi oglanlara gelir. Onlardan daha çok korkmaktadir! Sikça ve yerli yersiz, “genç sairlerin cep takvimi gibi kitapciklar nesrettiginden” dem vurmaya, onlari alaya almaya baslar. Isi iyice azitinca, Kemal Tahir de dayanamaz, “Üstad”a bir mektup dösenir:
“Muhterem muharrir Vâlâ Nurettin Bef.’ye:
Görülüyor ki, ne söylemek istediginizi bilmediginiz gibi, ne istediginizi de bilemiyorsunuz. “Genç sairler, cep takvimi gibi küçücük kitapciklar” sözleri mütemadiyen, karmakarisik, iddeasiz ve izahsiz yazilarinizda siralaniyor.
Söhretsiar polis hafiyesi Yilmaz Ali Bey’in esrarengiz, tüyleri ürperten maceralarini okudum. Fakat (Dipsiz Kuyu) ile (Tavanda Yürüyen Fil)’in ne kiymette matalar oldugunu anlayamadigimi itiraf ederim.
Ve yine itiraf ederim ki bu kitaplari imzalayan zatin, biteviye edebiyattan ve ediplerden, siirden ve sairlerden bahsetmesindeki engin cüretle bitmez tükenmez patavatsizliga hayranim…
Belki bir gün gelecek Vâlâ Bey efendi siz de bu irsat keyfiyetinden usanacaksiniz…
Ve yine kimbilir Vâlâ nurettin Bey belki bir gün gelecekte 30 liraya nesrettirilmesi kabil bir –cep takvimi kadar ne büyük ne küçük- siir kitabi yerine neden tabolmasi 300 liraya bakan romanlar, daha ciddi eserler, daha genis anlatilmaya muhtaç mevzular yazilmadigini yahut yazilmissa bile neden meydana çikarilmadigini düsünüp bulacak, ögrenip anlayacaksiniz.
Kendi eserlerinizin kiymet derecesini merak edip kendinize egildiginiz zaman sunu da ister istemez kabul edeceksiniz ki: bir yevmi gazetenin hem her günlük hikâyesini, hem tenkit ve fikir fikrasini ve hem de roman tefrikasini yüklenmek bir insani sade saçmalamaya götürmekle kalmiyor, hastalik kadar gayri tabii ve kuru gürültüden ibaret bir parmaklikla tabiinin nesredilme yolunu kesiyormus.
Hemen (müsbet eser getirin basalim) yahut (müsbet olsun bari bastirdiklariniz) masalina baslamayin. Çünkü sizler her yazinizla tam edebiyatin bütün hava makinalarini tikiyorsunuz.
Sizin gibi köse sahibi büyük söhretliler mevzu kitligindan midir, yoksa mes’uliyetsizlikten mi bilinmez (?) birer (Ali kiran, bas kesen) geçiniyorsunuz.
Desteklediginiz kapilardan geçmedigimiz için kendi defterimizin sahifeleri ve akranlarimizin içlerinde ihtiyarliyoruz.
Genç, bu günki edebiyat kabadayilarinin tek kalmak için verdikleri nevmidane fakat ihtirasli meydan muharebesinin seyircisidir.
Fakat ne olur hiç degilse (Onun annesinden sizdirdigi 20-30 papeli) kitap halinde camekânlarda sarartmasina karismazsaniz.
Bu sizdirilan paralari barlarda ve meyhanelerde havaya ve zehire sarfedenler fazlasi ile mevcut. Temenni edelim ki bu zararsiz son divaneler daha ziyadelessin.
Hem güller-bülbüle ve sevgiliye hapsolmus bu çocuklar bir parça da sizin mahpusunuz degiller midir?
Birikmis yazilarin ruha siklet ve nevmidi veren azabini siz de anlamamakta israr ederseniz onlar bunu kime söylesinler?
Vâlâ bey, Nazif’in açliktan öldügü, Hasim’in bir kara biber olmaktan ileri geçemedigi ve Necip Fazil’in eserlerinin (teberrüken) nesredildigi bir memlekette bu son çesit divaneler zaten kâfi derecede muzdariptirler.
Bize her gün edebiyata ve bilhassa genç heveskârlarina hakaret eden yazilar yazin ve bilhassa bunda devam edin Vâlâ Bey efendi.
Bu nankör meslege bizim gibi baslayanlar profesyonellestikçe sizin gibi oluyorlar. Biz buna alisigiz, bunu yadirgamiyor, diktatörlügünüzü ve düsmanliginizi bu yüzden en genis ve en efendice mazur görüyoruz.”
Bugün, Türk edebiyatinda bir Kemal Tahir yapragi var. Vâla Nurettin için bir dipnot var mi?