Yol Kardeşim Cemal Şener
Bu yazıya “önce Bülent gitti sonra Cemal ve beni bırakıp gittiniz” gibi bir duygusal cümleyle başlamak istiyorum. Biraz daha şairane olursa, “Ah Bülent önce sen gittin, ah Cemal sonra sen gittin, beni burada yalnız bıraktınız” dersem Yusuf Hayaloğluvari bir söylem ile olguyu daha iyi açıklamak, duygularımı daha iyi anlatmak olanaklı gözüküyor.

Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
Cemal ve Bülent benim yakın iki arkadaşım ve bu iki arkadaşımızdan Bülent 1980 sonrası Tekel’deki görevinden ayrılınca Arba Yayınları’nı kurdu. Burada Ayıcı Arif ve İbrahim Temo’yu basarak anı tarihçiliği konusunda bir yol açtı. Buradan hareketle de günümüzdeki birçok tarihçinin birinci kaynak olarak anı tarihçiliğine yönelebilmesi Bülent’in Arba Yayınları’ndaki emeğiyle gerçekleşmişti. Anı tarihçiliğinde Türkiye için önemli bir örtüyü kaldıran Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu Kuşçubaşı Eşref’in anıları, İttihat ve Terakki’nin perde arkasında kalan kahramanca mücadeleyi Kuşçubaşı Eşref’in kimliği ile ortaya koymuştur.
Bülent’in de Cemal’in de birer çocukları vardır ve her ikisinin adı da Deniz’dir. Bülent gibi Cemal de 1980 sonrası Siyasal Bilgiler’deki işinden ayrılınca, yüksek lisans tezini yaptığı “Çerkes Ethem Olayı”yla yayıncılığa atıldı. Ve Çerkes Ethem Olayı “hain Çerkes Ethem” söyleminin gerçekdışılığını vurgulayarak kral çıplak söylemininin altını çizen bir kitaptır. Gereken haklı desteği de özellikle Çerkeslerden bulmuştur.
Cemal daha sonra, orman içinde yol açan bir patika tarzında, bir rehberlik tarzında yaptıklarıyla zor coğrafi koşullarda, kalın sis örtüsünü kaldıracak bir rüzgar rolü gördü.Yani bir dağlık bölgeden kılavuzlarla geçerken, eğer burada yoğun bir sis varsa, bu sis altında bu rehberlik geçerli olmamaktadır. Bu yoğun sisi kaldırma olgusu ancak çok büyük bir rüzgarla mümkün olabilmekte ve bu rüzgardan sonra doğan güneş ile aydınlanan dağ yamaçları ve ormanlık bölgede artık açılan yollardan rahatlıkla ilerleme şansına sahip olabilirsiniz.
İşte Cemal’in Alevilik konusunda yaptığı, Alevilik üzerine örtülmüş kapkara yoğun bir sisi kaldırmaktı. “Alevilik Olayı”nı yayınladığı koşulları düşünürsek, 1980 yılı Alevilerin toplumdan en dışlandığı dönemdi. Özellikle de komünist Alevilerin yanına Kürtlüğün de getirilerek 3K’lı, komünist-Kızılbaş-Kürt, söylem iktidarın tepkisini çeken bir hedefti.
Bu anlamda üç hedef “Alevilik Olayı”nda teke inmiş durumdaydı. Birçok Tuncelili arkadaşımızın da ifade ettiği gibi bu resmi saldırı ve toplumsal dışlanmaya reaksiyon olarak da Kürtlüğün, Kızılbaşlığın ve komünistliğin birbirlerinden destek alarak güçlenme çabası arkadaşlarımızda görülmekteydi. Bunun politik yansıması, özellikle İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarında “Maocu bir halk savaşının gerçekleşebilmesi için geleneksel bir çelişki altı çizilerek ortaya konmalı ve mücadele çizgisi buna dayanmalıdır” anlayışıyla abartılan bir çarpıtma şeklinde ortaya çıktı. Koçgiri ve Dersim ayaklanmalarının Kürt ayaklanmaları olması, bu Kürt ayaklanmalarının temelinde milli meselenin yatması anlamında bir komünist Türk olarak İbrahim Kaypakkaya, bu milli mesele sorununu devrimci bir şekilde çözme yolunda ve Kürt milletinin ayrılması temelinde bir strateji geliştirdi. Bu, Koçgiri ve Dersim ayaklanmalarının izleri takip edildiğinde, bu bölgedeki Alevi, Kızılbaş ve Kürt kimlikli bir komünist hareket yaratma çabasıydı.
TİKKO-Partizan-PKK
Esasında TİKKO olarak bildiğimiz ve daha sonra Partizan’a dönüşen hareket bu temel noktadan hareket ediyordu.
“Türkiye yarı bağımlı feodal bir ülkedir, fakat burada emperyalizme ve feodalizme bağımlılığın yanında bir de milli bir sorun vardır. Yani Türk devleti Kürtleri sömürgeleştirmiş veya bağımlı hale getirmiştir. O halde ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nda Kürtlerin ayrılma hakkı devrimci bir haktır. Ama bu söylem Stalinist şema içinde kalarak doğal bir devlet sınırları içindeki ulusal bir örgütlenme olamaz. Stalinist tek parti ve tek devlet teziyle ancak bölgesel özerklik söz konusudur, kültürel özerklik söz konusu olamaz” tezine uygun olarak tek parti ve tek mücadele anlamında Türklerin ve Kürtleri birlikte oluşturduğu TKP/ML TİKKO Türkiye’yi bütünselliğe alma noktasında bir geleneği sürdürmekteydi.
Buna karşı sonraki dönemde TİKKO içinden PKK’ya geçen unsurlar tarafından Kürtlerin ayrılma hakkını doğal bir devlet sınırlarından çıkarak “beş parçacı” bir alanda, yani Suriye, Irak, İran, Ermenistan ve Türkiye’deki Kürtlerin birleşmesi tezinde, bir yaklaşım getiren ulusal ayrılıkçı bir çizgiileri sürülmüştür.
Kaypakkaya ise bu noktada Türklerin ve Kürtlerin birlikte ayrılma, emperyalizmden kopma ve antiemperyalist devrimci bir stratejiyi benimseme yoluna gitmiştir. Ama bu süreçte Kürtlerin “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı kullanma ve ayrılma hakkını da açık tutmuştur.
Cemal Şener TİKKO’yu Sorguluyor
Yol kardeşim Cemal Şener TİKKO’nun militanlarından ve bir grubun merkezinde yer alan bir devrimciydi. Ovacıklı bir baba ile Gümüşhaneli bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldiğinde TİKKO’da Kürt olmanın, Kızılbaş olmanın ayrıcılıklı olduğu ve bu açıdan hiyerarşik alanda yükselmenin yolunu açan bir sürecin içinde Kürt, Alevi ve Kızılbaş olma gururunu taşıyordu.
Cemal’in karısı sevgili kardeşim Yıldız da aynı hareket içinde yer almaktaydı. Ama bundan da ötesi Cemal’in kayınbiraderlerinden olan Naki ve ağabeyi Atilla da TİKKO’nun içinde önemli yer almışlardı. Zeytinburnu’ndaki çalışmada Naki’nin ağabeyi Atilla öldürülmüştü. Böyle bir yapıdan gelen Cemal Şener’in antropoloji ve bilim ilgisiyle Alevilik olayına ve Alevilerin etnik kimliğine yönelimi o güne kadar gelen bütün dogmaları paramparça eden bir sürecin başlangıcıydı.
Bu noktada iki örtü söz konusuydu. Bir komünist militan Tunceli ve İç Anadolu Bölgesi’ndeki Alevilik alanları esas aldığında Kızılbaş ve komünist olmanın bu ayrıcalığını öne çıkaran bir anlayışı sorgulama noktasına gelmiştir. Cemal Şener kendi anılarında, o dönemde babasının ve dedelerinin kendilerinin Türk olduğunu söylediklerini, ama kendisinin bir TİKKO militanı olarak bu söylemi Türk hakim güçlerinin asimilasyonu olduğunu ve kendilerinin gerçek Kürt kimliklerini sakladıklarını düşünerek şiddetle karşı çıkmıştır.
Öte yandan annesinin de Zazaca ve Kurmancca konuştuğunu ve anadilinin bu olduğunu sandığını vurgulamakta, oysa daha sonra annesinin de Türk olduğunu ve anadillerinin Kurmancca ve Zazaca olmadığını belirtmesine karşılık tepkisi yine benzer olmuştur. Cemal yine anılarında belirttiği gibi, annesinin sülalasiyle karşılaştığı zaman bunların hiç birinin Zazaca ve Kurmancca bilmediklerini ve annesinin de bu dili gelin olarak geldikten sonra konuşmaya başladığını öğrenmiş ve hayretle karkarşıladığı bu olayın ardından kafasında bir şimşek çakmıştır.
Bu şimşekten sonra bölgedeki aşiretleri, aşiretlerin dedelerini, ocaklarını köy köy dolaşarak bu konunun gerçeğini öğrenme noktasına gelmiştir. Ama seksenli yıllarda özellikle devrimciliğin komünist olma noktasından sosyalist olmaya ve oradan da giderek demokrat olmaya ve hatta yorgun demokrat olmaya doğru gittiği bir çizgide Cemal Şener devrimciliği ve topluma olan sorumluluğuyla, Alevi toplumunun üzerindeki baskıyı ortadan kaldıracak bir çalışmaya girmiştir. “Alevilik Olayı” adlı her Alevinin anlayacağı düzeyde, Aleviliğin ne olduğunu ve Alevilik üzerinde yaratılmış dogmaların yıkılmasına yol açan bir saha çalışması tarzında bir kitap yayınlamıştır.
“Alevilik Olayı”
Bu kitap kuvvetli tartışmalarla beraber 40 baskı yapacak kadar toplumca benimsenmiş ve baskıları halen devam etmektedir. Neden bu denli öne çıkmıştır sorusunu sorarsak, günümüzde Alevi açılımının şampiyonluğunu yapan kişilerin o dönemde Alevilere gerek Maraş’ta gerekse Çorum’da ve hatta Sivas’ta yaptıkları baskı ve zulümleri unutmazsak, o dönemde Alevilik üzarine bir açılım yapabilmenin ne derece zor ve cesur bir iş olduğunu anlamış oluruz.
Cemal Şener burada Türk toplumundaki Alevilik için yapılan söylemlerin geçersizliğini veya kaynaklarındaki politik sapmayı ortaya koymuştur. Osmanlı Sünni toplumunun Kızılbaş İran toplumuyla olan çelişkisinin yani İran-Anadolu çelişkisinin politik yansımasını ve bu politik yansımanın da vebalinin Anadolu Türkmenleri üzerinde yoğunlaştığını görme noktasına gelmiştir.
Cemal Şener Alevilik olayını incelemesi iki kanaldan ilerleyen bir inceleme olmuştur. Biri gerçekten Alevi köylerini, ocaklarını Hacıbektaş dergahına bağlı alanları inceleme noktasında olup, özelikle Tunceli merkezli bir olgu olarak Alevi ritüelerine dayanan bir Kürt kimliğinin olmadığını, yani Kürt-Alevi olgusu diye ileri sürülen olgunun aslında tamamen Türkmen-Alevi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu noktada tarihsel süreci incelediğimizde köylerden köylere yaptığı saha çalışmalarında yaşlı dedelerin, yaşlı ninelerin dillerini, geleneklerini ve köken hikayelerini dinledikten sonra bu Türk kimliği net olarak ortaya çıkmıştır. Buna rağmen bölgede yaşayanların bugün neden Türk kimliği içinde değil de kendi bulundukları Zaza bölgesinde Zaza kimliğiyle kendilerini ifade ettiklerini araştırma noktası ilginç olmuştur.
1980 sonrası politik olarak ifade ettiğim gibi Kürt, Kızılbaş ve komünist olmak üçgeninde, Kürt ve kızılbaşlığın, komünistliğin yoğun temelini oluşturduğu düşüncesi hakimdi. 1970 sonrası gençlik bu durumdan kaynaklanmak üzere kendisini Kürt olarak algılıyor ve Türkmen kimliğine tepki gösteriyordu. Cemal Şener bunun ötesindeki tarihsel köklerin Şah İsmail-Yavuz sultan Selim çatışmasında ve ondan da öte Fatih Sultan Mehmet-Akkoyunlu Uzun Hasan çatışmasına değin Doğu Anadolu-İran birliğine karşı Batı Anadolu ve İç Anadolu cephesinin, coğrafi bir cepheleşmesinde döndüğünü farketmiştir.
Yani Tunceli’deki Zaza unsurların bu çatışmada gerek İran’ın gerek Uzun Hasan’ın gerekse Şah İsmail’in yanında olmaları nedeniyle Osmanlının hışmına uğraması ve bu arada Batı Anadolu’da Teke’den Doğu Anadolu’ya kadarki kesimde Türkmenlere karşı bir kırımın etkisiyle kendi kimliklerinin Zaza örtüsüyle örtülerek bu kırımdan kurtulmanın çabası olduğunu tarihsel verilerle inceleyip ortaya koymuş, kendisinin de bu konuda aydınlanmasıyla daha cesur bir biçimde Alevilik olayına sarılmıştır.
Alevilik Olayı’nı Cemal Şener yine bir devrimci tarzda ele almıştır. 80’li yıllar sonrası komünistlerin yorgun demokrat olduğu noktada Yeşil Kuşak projesiyle birçok kesimde de bir İslamlaşma gelişmişti. Cemal Şener, Milli Selamet Partisi’nin iktidar olmasıyla başlayan ve günümüzde AKP’ye doğru uzanan bir ılımlı İslam projesinin hayata geçtiği noktada, aynı paralelde Aleviliğin de dogmalaşması ve giderek İran’a doğru bir yol aldığını, bir başka ifadeyle kendi tanıdığı cemleriyle, kırklar meclisiyle tanıdığı Alevilik dışında bir Şia ile Aleviliğin kuşatıldığını görmektedir. Bu anlamda Alevilere önerilen yol “ya siz bunları camiye sokun veya biz Sünni yapalım” gibi bir ikileme dayandırılmıştır. Gelişen dinsel yoğunlaşma toplumu dalga dalga kaplarkan doğal olarak Sünni kesim dışında Alevi kesimi de bu tarzda kendi bulunduğu konumdan farklı bir derinleşmeye doğru gitmektedir. Bu anlamda örnek Türkiye’deki Anadolu İslamı, yani Sünni İslam’da kökü Selçukluların Hanefi olması sonucu Hanefilik kanalı vardır. Diğer taraftan ise gerek İran Selçukluları gerek Anadolu Selçuklularında bu Hanefi kanalına karşılık doğuda Büyük Selçuklular batıda Anadolu Selçukluları arasında yer alan Irak ve Suriye Selçukluları diyebileceğimiz Verimli Hilal Selçuklu devleti ve buradaki Artuki Beyliği, Musul Beyliği ve Ahlat beyliği gibi beylikler ise farklı bir noktada olmuşlardır.
Üçlü Ayrım: Hanefilik, Şafîlik ve Kızılbaşlık
Özellikle Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün Şafi oluşu tüm İran ve Verimli Hilal’deki bölgelerde Şafi mezhebinin temelini atmıştır. Daha önce de vurguladığımız gibi Musul’da Zengilerin devamını oluşturan Salahaddin’in Şafi ve Enşari mezhebini benimsemesiyle Selahaddin’e bağlı devletçiklerin yani Selahattin’in kardeşinin oğulları Melik Kamil, Melik Eşref ve Melik Adil’in egemen olduğu Güneydoğu Anadolu’daki beyliklerde Şafilik öne çıkmıştır. İlhanlıların bölgeye girmesiyle başlangıçta mücadele ettikleri Anadolu Selçuklularını yendikten sonra asıl mücadeleleri Mısır’daki Kıpçak devleti olan Memlüklerle olmuştur. Memlükler de Hanefiler olarak karşımıza çıkmıştır. Hanefi taassubu diyebileceğimiz durum Mısır’dan başlayıp Şam, Halep, Maraş ve Adana bölgesindeki Türkmen kabileleri üzerinde baskın hale gelmiştir. Bu boyutuyla İlhanlıların ve onların devamı olarak Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinde ise Şafilere ve Hanefilere karşı bir kimlik gelişmeye başlamıştır.
Kızılbaş kimlik diyebileceğimiz ve Şah İsmail’in dedeleri tarafından geliştirilmiş yani Haydar ve Cüneyt tarafından geliştirilmiş ve büyük dedeleri Safevi olduğu için Safeviler ismini aldığı bir Kızılbaş tarikat Anadolu’nun doğu kesminde egemen olmuştur.
“Şafî Kürt Kimliği”nin Oluşumu ve Alevilik Olayı
İşte bu üçlü ayrımın yoğunlaştırdığı çelişkiler içinde doğudaki ticaret yolu olan Güneydoğu Anadolu’dan Mezopotomya’ya giden yolu kontrol etmek için Yavuz Sultan Selim önce İran’ı sonra Mısır’ı fethederek İstanbul merkezli bir dünya sistemi oluşturmuştur. Bu oluşum sürecinde de Yavuz Sultan Selim Kızılbaşların egemenliğinde olan Amed, Van, Musul gibi Safevi bölgelerini Kızılbaş Türkmenlerden aldıktan sonra buraya Şafileri yerleştirmeye başlamıştır. Osmanlının Şafileri bu bölgede yerleştirmeye başlaması Şafilik etnojenezini değişik bir biçimde Ekrad olarak sürdürmüştür. Bir başka deyişle Artukluların dayandığı temel güç olan Dogerler, keza Zengilerin dayandığı temel kabile olan Yuvalar, bunun dışında Beydilliler ve Avşarlar Osmanlı tarafından Türkmen ekradı olarak yazılmıştır. Bu unsurlar ekradlaşarak Güneydoğu Anodulu’daki Şafi Kürt kimliğini oluşturma yolunda olmuştur. İran’a yani Şah İsmail’e karşı burada toprak ilişkileri Osmanlının geleneksel ikta sistemi yerine Osmanlı tarafından onaylanmak şartıyla belli Şafi beyliklere mülkiyet olarak verilmiştir. Osmanlı, Amed, Meyyaferikin, Ruha, Ahlat, Mardin ve Musul’da görece bağımsız atabeylikleri Şafi beylikler olarak yeni bir etnojenez şekline sokmuş bu sayede buraları Kızılbaş Türkmenlere karşı bir direnç noktası haline getirmiştir. İlhanlılar, Akkoyunlular ve Karakoyunlularla birlikte gelenlerle bu yapıya karşı Kızılbaş kimlikli yapılar oluşmuştur. Yani Büyük Selçuklu döneminde gelen birinci kuşak Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da Şafileşerek Ekradlaşırken, Cengiz Han’la gelen ikinci kuşaklar, 13. yüzyılda gelen Türkmenler, Akkoyunlu ve Karakoyunluları oluşturan kabileler ile Kızılbaş kabilelere dönüşmüştür. Çünkü üçlü çelişki içinde bulunan bir süreç vardır. Osmanlı da bu çelişkiyi pekiştirme noktasında yer almıştır.
Tarihi bu şekilde tespit ettikten sonra Aleviliğin özellikle Orta Asya kökenli bir yol olduğu Cemal Şener’de daha belirgin ortaya çıkmıştır. Aleviliğin taassup içindeki Necef ve Kum’daki Şia’ya doğru yol alma sürecine karşılık Cemal Şener “Anadolu Türkmen Aleviliği” kavramını ortaya çıkarmış ve bu kavramı da Alevilik üzerindeki tüm örtüyü kaldırmış ve Aleviler kendileri hakkındaki ilk bilgileri almışlardır. Bu boyutuyla baktığımızda tarihsel bir derinleşmeye doğru gidilmiştir. Cemal Şener bu tarihsel derinleşmeyi basit bir İslam tarihi çizgisinde Aleviliği yerini koyma noktasında bir yol izlemiştir.
Ehlibeyt, Ehli Sünnet, Ehli Hadis
Bu konuyu biraz daha derinleştirdiğimizde karşımıza ehlibeyt, ehli sünnet ve ehli hadis kavramları karşımıza çıkmıştır.
Ehli hadis peygamber efendimizin söylediklerini içermektedir. Ehli sünnet ise peygamberimizin yaptıklarını içermektedir. Bu anlamda ehlibeyt ise peygamber efendimizin aile ocağını kastetmektedir. Alevilerin referans aldıkları yol peygamber efendimizin amcasının oğlu Ali, peygamber efendimizin kızı Fatma, Ali ve Fatma’nın evliliğinden doğan peygamber efendimizin torunlarının yoludur.
Diğer taraftan ehli sünnet ise özellikle peygamber efendimizin İslam’ın gelişmesi için çizdiği bir stratejinin ürünü olarak Şam’a yönelmiş, Şam Alevilerinin, Şam Emevilerinin yolu ortaya çıkmıştır. Şam Emevileri, yani zamanında peygamber efendimizin hadislerinin yazılmasını engelleyen unsurlar daha sonra kendi istedikleri doğrultuda hadisler söyleyerek ve bunları peygamber efendimizin söylediğini vurgulayarak bir iktidar pekiştirme yoluna gitmişlerdir.
Şöyle ki, bir hadiste Ebu Zehra’nın anlattığı tarzda “Şimdi zaman artık halife devri değil saltanat dönemidir, dolayısıyla saltanatın devamı gerekmektedir” denilen bir çizgiye girmiştir.
Bilindiği gibi peygamber efendimizden sonra normal olarak uzlaşma yoluyla halife seçilmesi gerekmektedir. Ama bu uzlaşma yani ilkel komünanın biraraya gelerek karar vermesi yoludur. Bu Cengiz Han’ın Tatar toplumundaki “askeri demokrasi” dedğimiz bir işleyiş tarzıdır. Yani Cengiz Han öldüğü zaman kendi başkanlarını bütün aşiret komutanları biraraya gelerek yeni komutanı seçmektedir. Bu komutan tabiki Cengiz oğullarından olmaktadır. Aynı şekilde de bu komutan yani halife bir kanat Haşimilerden olmaktadır, Kureyşan olmaktadır demektedirler. Bu söylem daha sonra halifenin aday gösterdiği bir hale gelmiştir. Bundan sonraki aşamada ise biat şartı getirilmiştir. “Eğer biat kılıç zoruyla sağlanmışsa bu biat geçerlidir” şeklindeki İmam Malik’in söylemi genel bir söylem haline dönüşmüştür. Bu anlamda Hz. Ömer’in yer aldığı Şam bölgesinde eski Romalılardan ve onlardan evvelki Makedonlar döneminden kalan iktidar tarihsel olarak uygarlığın en gelişmiş olduğu bu dönemde bu bölgelere Arap kabilelerin girmesiyle Müslümanlık yeni bir aşamaya gelmiştir.
Hikmet Kıvılcımlı bunu çok net anlatmaktadır. Yani klasik ehlibeyt bedevi Araplar, saf Arap toplumunun yapısını taşımaktadır. Bu yapı İbni Haldun’da da anlatılan ilkel komünanın, yani bedevilerin medenilere olan üstünlüğü tarzındadır. Bu anlamda da Arap ilkel komünasını direk olarak temsil eden gruplar ise Hariciler olmaktadır.
Hariciler bu noktada Ali’nin halifeliği Muaviye’yle hakeme götürmesini kabul etmeyerek, böyle bir hakeme götürme şansının olmadığını, bu nedenle da hakeme götürerek Allah’a şirk koşulduğunu söyleyerek Ali’yi öldürmüşlerdir. Arap toplumunun en komünal yapısını taşıyan topluluklar, dini de en dogmatik şekilde taviz vermeden sürdürmelerine karşılık din dışı sayılmışlardır.
Ehlibeyt yolu ise Şam’daki medeni topluma İslamiyet’i götüren Hz. Muhammad’in ailesinin çizgisidir. Ama buna karşılık İslamiyet ilkel komünanın uygar alana girmesiyle, Şam’a girmesiyle, daha sonradan Müslümanlaşanlar iktidarın gücünü de ele alarak iktidarın yanında dinsel üstünlüklerini de sağlamışlardır. Şam Emevilerinin Güneydoğu Anadolu’yu fethi, Muaviye’nin İstanbul’u zaptetmek için Doğu Roma’ya gelmesinde başarıyı esas olarak Suriye’deki medeni toplumun gelişmesinde bulmuşlardır.
Şia’nın Fırkaları
Buna karşılık İslam dininin en temel özelliklerini koruyan Alevi yolu olarak bilenen çizgi ise daha çok Irak bölgesinde kimliğini bulmuştur. Bu anlamda da Aleviliğin bu boyutunu bir biçimde ele almamız gerekmektedir. Türkiye’deki Anadolu Aleviliğini Irak ve İran Şia’sından ayrımı bu çizgiyle ortaya çıkmaktadır. Bu çizgi nedir sorusuna geldiğimiz zaman önce Şii mezhebinin fırkalarına bakmamız gerekmektedir.
Sebeiyelik
Şii mezhebinin fırkalarının en radikal ve İslam dışı sayılarak reddedilen kolu Sebiyelerdir. Bunlar Abdullah İbni Sebiye’nin takipçisi olanlardır. Sebiyelerin tezi asıl olarak Ali İbni Ebu Talip’ten alınmıştır. Tevrat’ta her peygamberin bir vekili olduğu görüşünden Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’in vekili olduğunu, Hz. Muhammed’in en üstün olması gibi Hz. Ali’nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhamed’in tekrar dünyaya geleceği gibi görüşleri vardır. Bu konuda Mesih İsa’nın döneceğini söylemek gibi Hz. Muhammed’in de döneceğini söyleyen görüş giderek Hz. Ali’nin de Hz. İsa gibi tanrı özellikleri taşıdığı noktasına doğru ilerlemiştir.
Hıristiyanlık teorisinde “Hristos Meryem’in oğludur, insandır; ama Jesus Tanrı’dır.”
Bu “Hristos mu İsa mı?” tartışması önemli bir tartışma olarak karşımıza çıkmıştır. Başka bir deyişle tartışma “İsa, Tanrı mıdır yoksa yaratılmış mıdır?” noktasındadır. Bu anlamdan giderek Hz. Muhammed’i ve Hz. Ali’yi de Allahlaştırma noktasında bir çizgiye gelinmiştir.
Hz. Ali’nin şehit edilmesi, insanların Ali’yi sevmesi ve şehit oluşuna üzülmeleri istismar edilerek Hz. Ali’nin ölümü hakkında insanları saptırma çizgisi geliştirilmiştir. Hz. İsa’nın göğe çekilmasi gibi Hz. Ali’nin de göğe çekildiğini vurgulayan, Yahidilerin Meryem oğlu İsa’yı öldürmeleri gibi Haricilerin de Ali’yi öldürdükleri iddiasını ileri sürmüşlerdir.
Sebiyelerin görüşlerinden birisi de “İlah, Hz. Ali ve ondan sonra gelecek olan imamlardan hulul eder.”dir. Bu söz ilahların bazı insanlara hulul ettiğini insan ruhunun intikal ettiğini iddia eden bir kısım eski dinlerin görüşlerine uygundur. Nitekim Mısır’da bu dinler söz konusudur.
Keysaniye
Sebiyeler dışında Şia fırkalarından kabul edilebilir bir fırka olarak Keysaniye fırkasıdır ki Muhtar bin Ebu Ubeyd bin Mesud Sakafî adlı kişiya tabi olanlardır. Muhtar önce Hariciye mezhebine tabiydi daha sonra Hz. Ali’ye yardım eden Şiilerden olmuştur. Keysaniye, Keysan adlı bir kişinin adını taşımaktadır. Keysan’ın da Muhtar adlı şahıs olduğu söylenmektedir. Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin tarafından Akiyl’in oğlu Müslüm Kufe’ye gönderildiği zaman Muhtar da Irak halkının durumunu tespit edip Resulallah’ın kızının oğlu Hz. Hüseyine ne ölçüde yardım edebileceği öğrenmek üzere Kufe’ye gelmişti.
Keysaniye’nin inancı Sebiyeler gibi ehlibeytten gelen imanların ilahlaştırılması temeli üzerine kurulmuş olmayıp, imamı mukaddes bir şahıs sayma, ona son derece itaat etme, ilmine kayıtsız şartsız güvenmeya dayalıdır. Keysaniyeler imamın hata yapmayacağına inanırlar, çünkü onlara göre imam ilahi ilmin sembolüdür. Sebiyeler gibi Keysaniler de imamın tekrar döneceğine inanır ve buna göre de dönecek olan imam Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’den sonra gelen Muhammed bin Hanefiyye’dir. Aralarından bir kısmı Muhammed bin Hanefiyye’nin öldüğüne, tekrar dirilip geri döneceğine inanırken, çoğunluğu teşkil eden diğer kısmıysa onun ölmediğini ileri sürer.
Zeydiye
Şiilerin diğer bir kolunu ise Zeydiye oluşturmaktadır. Bu fırkanın imamları peygamberlik derecesine yükselmemiş hatta peygambere yakın bir derecede sayılmamıştır. Onların da diğer insanlar gibi olduklarını ancak resulün dışında diğer insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir. Zeyd, Kufe’de Halife-i Şam’a isyan etmiş ve öldürülmüştür. Zeyd’in öldürülmesi sonrası oğlu Yakup ise Horasan’da öldürülmüş, diğer oğlu ise Yemen’de öldürülmüştür. Bu boyutuyla bakıldığı zaman Zeyd, Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’in Yezid tarafından öldürüldüğü savaşta hasta olduğu için savaşa katılamayan ve ölümden kurtulan Zeynelabidin’den gelmektedir. Zeynelabidin’den kaynaklanan bir koldur. Diğeri ise Muhammed El Bakir’ın oğlu ise İmam Cafer’dir. İmam Cafer’in yolundan gidenler ise İmamiye ya da 12 İmam Yolu’nu ortaya çıkarmışlardır.
Hz. Ali’nin öldürülmesi sonrası oğlu Hasan Halife olmuş, daha sonra zehirlenmiştir. Daha sonra gelen Hüseyin ise Yezid tarafından öldürülmüştar. Yani Hz. Ali’nin Fatma’dan olan oğlu, peygamberin torunu olan Hüseyin ve onun torunu olan Zeyd de Şam Halifesi tarafından öldürülmüş ve cesedi bir hurma ağacına asılı kalmıştır. Bu da esas olarak Muaviye ailesinin sonunu getirmiştir.
Görüldüğü gibi peygamberin torunları iktidar mücadelesine, halifelik davasına rakip olma noktasında uygarlaşmış İslam, Emevi İslam’ı, tarafından gaddarca öldürülmesi söz konusu olmuştur.
Burada daha sonraki bir isyan ise yine Abbasilerin iktidara gelmesi sonrası Irak’ta Ali’nin oğlu Hasan’dan olma torunlarından Muhammed Nefsu Zekiye bin Abdullah bin Hasan ve kardeşi İbrahim isyan etmişlerdir. Bunların babası Abdullah, oğulları isyan bayrağını çektiği zaman Abbasi Halifesi El Mansur tarafından hapsedilmiştir. İki oğlunun ölümünden sonra da Hz. Ali’nin Hz. Hasan’dan torunu olan Abdullah da hapiste Hicri 145 yılında ölmüştür. Bu dönemde Nefsu Zekiye ve İbrahim’in isyanına yardım ettiği, halkın da bu anlamda Abbasi Halifesi olan El Mansur’a karşı ayaklanmasına yol açtığı için hem İmam Malik hem İmam Hanife çeşitli biçimlerde cezalandırılmıştır.
Mutezile
Bu isyandan sonra Harun Reşit’in oğlu Memun, orta Asyalı bir cariyenin çocuğu olarak, Arap annenin çocuğu olan Emin’le iktidar mücadelesine girmiştir. Bu mücadelenin sonucu çok sayıda Türk komutan Abbasi ordusuna katılmıştır. Bu komutanlar ordunun temel gücünü oluşturmuş ve Abbasilerin gerileme döneminin nedeni olarak Araplar tarafından ileri sürülmüştür. Komutanlar Halife Mütevekkil’i öldürerek yerine Muntasır’ı getirmiştir. Bu komutanlardan özellikle bilinen Küçük Buka, Büyük Buka, Bakır, Atamış, Afşin gibi komutanlar Abbasi devletinde yüz yıllık bir süre içinde 247-334 arasında iktidarın temel belirleyicileri olmuşlardır.
Bu süreç esas olarak Alevilerin isyen etmediği bir süreci temsil etmektedir. Esas olarak Türk komutanlara dayanan Harun Reşit’in oğlu Memun’un iktidarı dönemi, Mutezile olarak tarihe geçen ve Kuran-ı Kerim’in yaratılmış olduğunu ileri süren ve bu anlamda da nakil ve hadis yerine aklı getiren bir düşünce sistemiyle klasik dogmalara karşı çıkan bir dönemdir. Çünkü İslamiyet’in Türkistan ve Çin’e dayandığı bir dönemde sadece peygamberin görüşlerini naklederek İslam’ın yayılamayacağını o yüzden aklı öne çıkaran sebepler getirilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Bu boyutuyla önemli örneklerden birkaçı Allah’ın konuşmadığı, Kuran’ın yaratıldığı, eğer Kuran-ı Kerim’in kadim olmadığıdır. İmam Ahmet Hanbel dışında buna direnen olmamıştır. Hanbel, Kuran’ın yaratılmış olduğunu kabul etmiş ve bu yüzden de çok işkence görmüştür. Bu dönemde diğer imamlar bu konuda sessiz kalmış veya kabul etmişlerdir. Kabul ettikleri konu “eğer Kuran-ı Kerim’i kadim olarak kabul edersek, yani başlangıcı ve sonu olmadığını, sonsuz olduğunu kabul edersek o zaman Allah’a şirk koşmuş oluruz, çünkü yaratıcı tek yaratıcıdır. Ondan başka yaratıcı olmadığına göre Kuran-ı Kerim’i de kadim değil yaratılmış olarak görmemiz gerekir.” şeklindedir. Tersi olduğunda Dımaşklı Yuhanna’nın Leon hanedanlığı döneminde Roma’da da tartışmaya sebep olan İsa’nın putlarının kırılmasına neden olan “İsa’nın Tanrı olmadığı, yaratılmış olduğu” tezidir. Bu dönemden sonra önemli bir gelişme olmamış yalnız İsmailiyelerden Karamatiler, yani zenci köleler, Yemen’de ayaklanmıştır. Bunların isyanını Türk komutanlar bastırmıştır.
Zeydi Ayaklanması
Abbasilere karşı Horasan’daki bir diğer ayaklanma Samanoğulları devletindeki Zeydilerin ayaklanmasıdır. Diğer bir Zeydi ayaklanması 920 yıllarında gerçekleşmiştir. Gilan ve Horasan civarındaki İmam Zeyd’in kolu olan Ebu Muhammed El Hasan bin Ali adında bir imam yer almaktadır. Bu imam Samani veziri El Nasır’a karşı ayaklanmış ve Utruş’un yerine geçen Hasan bin Kasım ve onun komutanı olan Leyla bin Numan 920’de Nişabur’u ele geçirmiş ve buna karşı Samani emiri Nasır Ahmet’in mücadelesi sözkonusu olmuştur. Bu ayaklanmada Abdülkerim Saltık Buğra Han, Zeydilerin komutanı Leyla bin Numan’ı yenerek bu ayaklanmayı bastırmıştır.
Görüldüğü gibi Horasan’da 920’de Zeyd’in oğlu Yakup’un İmam Zeyd ayaklanmasından sonra yaptığı ikinci bir ayaklanma söz konusudur. Bu haliyle bakıldığında Horasan’da Zeyd’in yani Hz. Ali’nin torunları hem Emevilere hem de daha sonraki Abbasilere ve onların devamını oluşturan Samani devletine karşı ayaklanmalarda bulunmuşlardır.
Bu anlamda Abbasi Halifesi El Mansur’a da yine ayaklanmalar gerçekleşmiştir. Bu gördüklerimiz Şia ayaklanmalarıdır ve bu Şia ayaklanmları esas olarak Irak, Yemen ve Horasan gibi bölgelerdeki ayaklanmalardır. Üçüncü Karamati ayaklanması ise zencilerin Yemen’deki ayaklanmasıdır.
Burada vurgulamak istediğim İslam’da iktidar ile muhalefet arasındaki çatışma görüldüğü gibi Emevilerin temsil ettiği Şam’daki iktidara karşı mücadeledir. Daha sonra iktidara gelen Abbasilerin bizzat Hz. Ali’nin torunlarına karşı baskıları ortaya çıkmış ve bunlara karşı da ayaklanmalar sürdürülmüştür. Bu ayaklanmaları sürdüren Zeydiler günümüzde oldukça zayıflamış durumdadır çünkü Hz. Hüseyin’in torunu Zeynelabidin’den inen Zeydiler, ayaklanmala r sonrası yok edilmiştir. Oysa Sünni İslam’a da en yakın olan felsefi görüşleri savunan gruptur. Bu anlamda imamların özel insanlar olduğunu ama peygamber olmadığını vurgulayan bir koldur.
İmamiye
Şia’nın diğer bir kolunu ise İmamiye dediğimiz kol oluşturmaktadır. İmamiye bugün Irak, İran, Pakistan gibi İslam ülkelerinde en yaygın Şii fırkasıdır. İmamiye, İsna Aşeriye (on iki imam) dediğimiz Hz. Ali’den Hz. Hüseyin’e, Hüseyin’den Zeynelabidin’e, ondan sonra Muhammed Bakir’e sonra Cafer-es Sadık’a daha sonra Musa Kasım’a, ondan Ali er-Rıza bin Musa’ya, ondan Muhammed el Cevat’a, daha sonra Ali Hadi’ye sonra da Hasan Askeri’ye ondan sonra on ikinci imam olduğu kabul edilen Hasan el Askeri’nin oğlu Muhammed’i kabul ederler. İsna Aşeriye’de on ikinci imam Muhammed babasının evinde saklanmıştır tezi ileri sürülmektedir. Irak nüfusunun yarısını oluşturan İsna Aşeriye, Suriye ve Lübnan gibi birçok islam ülkesinde bulunmaktadır ve sünnilere hoş görünmeye çalışırlar.
İmamiyeler, imam olunduktan sonra musum olunduğunu kabul ederler. Yani günahlarından muaftırlar. Bunlara göre imamları, Resulallahın kendilerine Şeriatın sırlarını bıraktığı vetkillerdir. Resulallah Şeriatın bir kısım hükümlerini zamanı gelmediği için vekillere bırakmıştır demektedirler.
İsmailiye
İmamiyelerin diğer bir kolu ise İsmailiye’nin öne çıktığını vurgularlar. Yani İmam Cafer’in oğlu olan İsmail’in, Cafer ölmeden önce İsmail öldüğü için, imamlığı sürdürdüğünü söylerler. Hindistan ve Pakistan’da bulunnmaktadırlar. İsmail bin Caferi Sadıka’dan geldiğini ileri süren bu kol diğer şii mezhepleri gibi Irak’ta ortaya çıkmış ve gördüğü işkenceler nedeniyle İran, Horasan, Hindistan ve Türkistan’a kaçmıştır. Bu fırkaya Batıniler ismi de verilmektedir. Çünkü gizleme noktasından kaynaklanmaktadır ve bunların en uç noktasında Haşhaşiler ileri sürülmektedir.
Bilindiği gibi Haşhaşileri yani İsmailiye’yi önce Bağdat’taki Türk komutanlar tasfiye etmiş daha sonra Selçuklu Nizamülmülk’ü öldüren Haşhaşinleri İlhanlılar meşhur Hasan Sabbah’ın kalesinde tümden ortadan kaldırmışlardır.
Bu boyutuyla bakıldığında Cafer Sadık ayaklanlamardan ötürü çok baskı görmüş olması nedeniyle daha uyumlu bir politika sürdürmüştür. Bu politika sonucu bugün İran’daki resmi anayasaya giren mezhebi oluşturmuştur.
“Anadolu Türkmen Aleviliği”nin Ritüelleri
Burada daha da ayrıntılarına girilebilecek bu konunun aslında farklı bir kitapta ele alınması gerekmektedir. Ama burada bunu ele alışımız Türkiye’deki Aleviliğinin esas olarak On İki İmam ritüelerinden geldiği ileri sürülse de diğer söylemlerinin klasik Şia’dan çok farklı olduğu Cemal Şener tarafından vurgulanmıştır.
Kırklar Meclisi
Bunun basit örneklerini vurgularsak Kırklar Meclisinde Muhammed peygamber meclise girmek için içeriden gelen “kim o?” sesine “ben Muhammed peygamberim” sözüyle cevap verince “o zaman git ümetine peygamberliğini yap, bizim aramıza peygamber sığmaz” cevabı geldiği vurgulanmıştır. Oysa daha sonra peygamber tekrar kapıyı çalar ve içeriden gelen “kim o?” sesine “sizlerden biriyim” dediği zaman kendisine “gir içeri” denilir.
İçeride 39 kişi vardır. İçeridekilerin 22’si erkek 17’si kadındır. Muhammed peygambere yer gösterilir ve mecliste Muhammed peygamber Hz. Ali’nin yanına oturur. Muhammed peygamber ona sorar “sen kimsin?” Hz. Ali, “Bize kırklar denir” diye cevap verir. Hz. Muhammed “Peki sizin ulunuz, büyüğünüz kimdir” diye sorunca gelen yanıt şöyle olur:
“Bizim küçüğümüz büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de ulumuz da birdir. Birimiz kırkımız, kırkımız da birimizdir.”
Bu cümle ile herkesin bir olduğunu, eşit olduğunu vurgulayan herkesin eşit ve liderliğin eşitlerden biri olduğu anlayışıyla temsil edilen Kırklar Meclisi kendini gösterir.
Allah’ın Arslanı
Hz. Muhammed’in bir arslana verilmiş yüzünün Hz. Ali’nin parmağında olduğunu Hz. Muhammed Kırklar Meclisinde görür ve bunun üzerine Alevilere “Allah’ın arslanı” ismi verilir.
Oysa burada “Allah’ın arslanı” kavramı Jean Paul Roux’un “Türklerin ve Moğolların Eski Dini” kitabında özellikli arslan kavramının Alp Er Tunga’daki Tonga’nın bir pars olduğu geçmektedir. Türk mitolojisinde arslan deyiminin önemli bir yeri vardır. Alp Er Tunga destanındaki parsın Orta Asya ve Sibirya’da kaplana dönüşmesi söz konusudur.
“Allah’ın arslanı” kavramı bu anlamda değerlendirilebilecek bir kavram olarak karşmıza çıkmaktadır. Bunun dışında Karahanlıların kralları da Arslan Kara Han, Kadir Han, Arslan Han, Türk padişahı Tarkan gibi isimler alan Karluk hanlarıdır. Bu anlamda “Tarkan” deyimi bir kolu Lidyalılardan, Pelasglar ve Friglere ve Etrüsklere doğru gelen “Tarkan”; diğer kolu ise Orta Asya’ya gelen “Tarkan” kavramıdır.
Buradaki Tarkan rüzgar tanrısı, savaş tanrısı Gök Tanrı anlamındadır. Tarkan-Tarhun-Tarkun-Türkun gibi varyasyonları vadır. Görüldüğü gibi “Arslan Tarkan” tanrısal bir söylem olarak Orta Asya dininde yer almaktadır. Bunu da Ekber Necef’in Karahanlılar kitabında ayrıntılı olarak görmekteyiz.
Musahiplik-Yol Kardeşliği
Diğer bir konu kan kardeşliğidir. Yol kardeşliğidir. Alevilikte musahipliktir. Musahiplik konusunda da yine Roux’un kitabına yöneldiğimiz zaman (Kankardeşliği ve Anda) gerek Türklerde gerek Moğollarda kan kardeşi kavramı en kutsal birlikteliktir. Ailesel bağların çok daha ötesinde bir kardeşliktir. Örneğin Camoka’yla Timuçin’in kan kardeşliğinde bunların belli bir konuda yemin etmelerine de “anda” denilmektedir. Bu da Aleviliğin ritüellerinden en önemlisidir.
Cem ve Semah
Cem töreni belli bir düzen içinde dönmeyi içermektedir. Bu da eşitleri göstermektedir. Yani bu eşitler bir başkanı ifade etmeyen herkesin eşitlerden biri olduğu törendir. Komünal toplumlarda gördüğümüz gibi, meşhur Sarmat savaşçılarının Roma’dan sonra gittikleri İngiltere’deki yuvarlak masa şövalyeleri de herkesin eşit olduğu bir kavramı ifade etmektedir. Yuvarlak masa şövalyeleriyle Cem ayini bunu göstermektedir. Semahtaki bu dönüş ile de eşitlerin bir oluşu ifade edilmektedir. Diğer taraftan ocak ve ateş ise Türkler ve Tatarlarda önemli bir konuyu oluşkturmaktadır. Bu anlamda ateşin sönmemesi, Alevilerin kökenlerini dayandırdığı ocaklar Türk geleneğindeki ocaklardan kaynaklanmaktadır. “Ocağını söndürürüm” deyimi de buradan gelmektedir.
Diğer taraftan On İki İmam çok anlamlı bir kavramdır. Bilindiği gibi Yakup’un on iki oğlu on iki Yahudi kabilesini oluşturmaktadır. Türklerin takvimleri on iki aylı takvimlerdir. Diğer taraftan bu on iki sayısı aynı şekilde Alevilerde de bulunmaktadır.
Bu boyutuyla bakıldığında Anadolu Aleviliğinin temellerini oluşturan “Allah’ın arslanı” Ali esas olarak Kagan Arslan, Arslan Tarkan gibi kavramlar Altay dininden bu yana Türk dünyasında var olan kavramlardır. Arslan Bey ve Selçukluların komutanı Alparslan da bu olguyu pekiştirmektedir.
Diğeri ise özellikle ocak ve ateş kutsallığı, kankardeşliği, yol kardeşliği, on iki kabile olgusu ve ocaklar olgusu daha çok Türk Tengri dininin vurgulamaları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu noktada Cemal Şener’in de vurguladığı gibi Anadolu Aleviliği klasik Zeydilerden, İmamiyelerden, İsmailiye’den farklı bir ritüele sahiptir. Bugün İran’daki tutucu Şia ile Aleviliğimiz arasında büyük bir ayrışma vardır. Günümüzde Cemal Şener’in devrimciliği, Türkiye’deki demokratik laik ve modern bir din anlayışı olarak gördüğümüz ve ilkel komünanın korunmuş biçimini getiren Aleviliği klasik tutucu bir Aleviliğe doğru gidişini engellemek için mücadele etmesidir. Gerçekten materyalizm açıdan olaya bakarak Aleviliğin dogmatik yorumlarına doğru giden Şia’dan farklılaşmış bir çizgiyi savunmak için önemli bir noktadır.
Alevilik ve Kürtlük
Diğer taraftan komünist-Kızılbaş ve Kürt kavramına bakıldığı zaman bu da başlıbaşına farklı bir konudur. Cemal Şener’in “Alevilerin Etnik Kimliği” tezinin en çok tepki çeken yanlarından biri de Alevilerin Kürt olamayacağı, çünkü Kürtlüğün Şafilikle özdeşleştiği, Şafilerin Osmanlı tarafından Kızılbaş Alevilerin yurtlarına yerleştirildiği olgusunun altını çizmesidir. Bunu tarihsel bir olayla değil pratikte Anadolu’daki tüm Alevi köylerindeki ataların-dedelerin kökenleri konusunda yaptığı çalışmaları kitabında açıklıkla ortaya koymaktadır.
Tarihsel gerçeklikte Yavuz Sultan Selim Diyarbakır’ı Akkoyunluların devamı olan Safevilerden almıştır. Van ve Musul’u gene Yavuz ve oğlu Murat Kızılbaşlardan almıştır. Peki bu Kızılbaşlar kimlerdir sorusunu sorduğumuz zaman Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin devamı olan Safevilerdir.
Bunların Diyarbakır’dan sürülmesi ve buraya Şafilerin yerleştirilmesi olgusu Cemal Şener’in tarihteki olguyla güncel olguyu üzerlemesiyle ortaya çıkmış bir netliktir. Şafilik Müslümanlık olarak Türkmen-Kızılbaş bögelerine yayılarak onları dışlamaktadır. Bu anlamda Cibranlı Kabilesi’nin Tunceli bölgesindeki oymakları yerinden etmesiyle buraların Şafileşmesi, Hamidiye Alayları döneminde açıkça görülmüştür.
Demek ki Alevilikle Kürtlük arasında uzlaşmaz birbirine zıt bir yaklaşım vardır. Peki o zaman niçin Tunceli’deki Kızılbaş Türkmenler kendilerine Alevi-Kürt demektedir?
Kürt ulusal ayrışma hareketinin temelini oluşturabilmek için, yani burada bir gerilla mücadelesinin merkezini oluşturabilmek için “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” nedeniyle Kürtlük öne çıkarılmıştır. Ama buradaki unsurların hiçbiri Kürt olmadığı gibi İbrahim Kaypakkaya da Kürt değildir.
Şerefname’de Tunceli
Tarihsel sürece döndüğümüz noktada çarpıcı bir olgu söz konusudur. Örneğin Çemişgezek sözcüğü Ermenice bir sözdür. Diğer yandan da Ermeni kökenli ve aynı adlı Roma imparatoru da Roma İmparatorluğu’nun buradaki egemenliğini oluşturmuştur. Bu noktada lafı çok uzatmadan vurgulamak istediğim nokta Şerefname’de geçen Çemişgezek hükümdarları hakkındadır. Şerefname Tunceli yöresi eski ismiyle Çemişgezek olarak anlatılır.
“Tarih bilginlerince açıkça bilindiği gibi, Çemişgezek hükümdarlarının soyu kendi iddialarına göre, Abbasi halifelerinin çocuklarından olan ve Melkiş denilen bir kişiye varır. Bazı büyüklerin rivayetlerine göre de, Selçuklu saltanatının dallarından birinden olan Emir Salik bin Ali bin Kasım, Selçuklu Sultanı Alp Arslan zamanında Erzen-i Rum ve dolaylarının yönetiminde bulunuyordu. Kendisiyle Gürcistan hükümdarları arasında köklü bir düşmanlık vardı ve her zaman savaş oluyordu. Nihayet 556 (1162) yılında iki taraf arasında çarpışmalar oldu ve kendisi ile ordusunun ileri gelenleri Gürcülerin eline esir düştüler.”
“…Bunarın bir kısmı eyaletlerde bağımsız yönetici oldu. Ülkeleri ise genişlik ve önem bakımından uzak yakın herkesçe “Kürdistan” özel adıyla tanındı; öyle ki, berat ve emirnamelerde ve diğer sultanlık belgelerinde bu ad geçtiği zaman, yalnız bu önemli vilayet anlaşılır; ayrıca Kürtler arasında “Kürdistan” sözcüğü geçtikçe, bundan yalnız Çemişgezek vileyeti kastedilir.”
Şerefhan’ın burada vurguladığı Alparslan’la beraber gelen Emir Saltuk, Erzen-i Rum Saltuk Beyliği’nin kurucusudur. Şah Melik Saltuk’un torunudur. Şerefhan’la devam edersek:
“Melkiş’in, adı geçen 32 kaleyi ve 16 nahiyeyi egemenliği altına almasından bu yana buralar sıra ve veraset yoluyla çocuklarının ve torunlarının yönetimi altında bulunmaktadır. Bu şehirler ve nahiyeler, Cengiz Han, Timurlenk, oğlu Şahruh Mirza ve türkmen Kara Yusuf gibi büyük fatihler zamanında bile ellerinden çıkmamışlardır.”
“… Bunun zamanında ise İran saltanatı Bayındırlı Hasan Bey’e geçti. Bu Hasan Bey ise gayretini, Kürdistan beylerinin ve köklü ailelerinin, özellikle bunlardan Karakoyunlu ailesi sultanlarıyla eskiden dostluk kurmuş ve anlaşmış olanların köklerini kazımaya yöneltti. Bu cümleden olarak Çemişgezek hükümdarları ailesini ortadan kaldırmak çarelerini aramak peşine düştü ve ünlü Karakoyunlu aşiretinin kollarının güçlülerinden biri olan Hırbendelu kabilesini, istila için Çemişgezek vilayetine saldırttı. Hırbendelulular, vilayeti Emir Şeyh Hasan’dan aldılar.”
Burada Şerefhan Akkoyunlularla Karakoyunlular arasındaki mücadeleyi kastetmektedir. Akkoyunluların elindeki Çemişgezek’te, Melkişlerin “Kürdistan” bölgesinin Karakoyunlar tarafından alınmasını kastetmektedir. Burada aslında Hırbendelu Türkmen kabilesini kastetmektedir. Hırbendelu daha önceleri belittiğimiz gibi Mervani Devletini iktidara getiren kabiledir.
Kürtçüler Harbendelu’yu Kürt kabilesi yaparak Mervani devletini Kürt devleti olarak görmektedir. Oysa Karakoyunluların içindeki bir kabiledir.
Bu anlamda Çemişgezekliler için Şerefhan’dan şu alıntıyı yapmamız gerekektedir:
“Bu durumda Çemişgezek hükümdarlarının bu Melik Şah’ın soyundan gelmiş olmaları ve “Melik Şah” sözünün Kürt dilinde “Melkiş” biçiminde değişmiş olması muhtemeldir. Öte yandan Çemişgezek hükümdarlarının adları da, onların Türklerin çocuklarından ve ve torunlarından olduklarını kanıtlar; çünkü adlarının hiçbir vesileyle Arap ve Kürt adlarıyla ilgisi yoktur; Arap ve Kürt adlarına hiç de benzemez.”
Şah Melik, Selçuklu Süleyman Şah tarafından Saltukoğulları sona erdirilince buradan Pertek, Çemişgezek ve Palu bölgelerine geçerek yerleşmiştir.
Burada özellikle Şerefhan’ın da belirttiği gibi Akkoyunlularla birlikte olmuş ve Şah İsmail Safevi ortaya çıktığında Şeref Han’dan alıntıladığımızda:
“Şah İsmail, Kızılbaş beylerinden Nur Ali Halife’yi Çemişgezek vilayetini istila etmeye gönderdi. Hacı Rüstem Bey ise hemen ülkeyi çatışmasız ve savaşsız olarak Nur Ali Halife’ye teslim etti ve şah İsmail’in sarayına giderek kendisine itaatini ve boyun eğişini sundu. Şahlık tahtına varınca Şah değerli bir hilat ile kendisini taltif etti ve Çemişgezek vilayeti yerine Irak’a bağlı bazı kesimlere yönetici tayin etti.”
Çemişgezek beylikleri Şah İsmail’e Çemişgezek’i teslim ettikleri için Osmanlılar tarafından cezalandırıldı. Çemişgezek beylerinden Hacı Rüstem Bey tüm ailesi öldürüldükten sonra sağ kalan tek kişi olarak Mısır’a gitmeye çalışırken tekrardan geri dönüp Osmanlı’ya itaat etti.Osmanlı kendisine teslim olan Hacı Rüstem Bey’e “Melkişi aşiretinin reislerinden 40 kişiyle birlikte öldürdüm; buna rağmen korku ve çekinme, kendisini otağıma iltica etmekten alıkoymadı.” dediğinde bu bölgeye Yavuz Sultan Selim tarafından görevlendirilerek tekrar yönetici yapıldı.
Burada gördüğümüz gibi hikayenin özünde gerek Pertek, gerek Mıcıngerd gerek Segman hükümdarları bütünüyle Alparslan döneminde bölgeye gelen Saltukluların torunlarıdır. Saltuklu Beyliği’nin bölgede egemen olmak isteyen Selçuklular tarafından ortadan kaldırılmasıyla bu bölgeden çekilmişlerdir. Bunun dışında bölgeye Şerefhan’ın bahsettiği gibi tümüyle Türk olan, Akkoyunlularla birlikte olan ve Şah İsmail’e katılan Çemişgezek bölgesinin Osmanlı tarafından özellikle cezalandırılmasını ve tüm ailelerinin öldürülmesini Şerefhan basit bir olay olarak sunmakta ve arkasından da bu aileden birini tekrardan bu bölgeye atamasının yapıldığını söyleyerek Osmanlı’yı bu noktada atlama noktasına gelmiştir. Ama burada görülen ve Cemal Şener tarafından da açıklıkla belirtilen Türk kökenli bölgenin Osmanlı’ya hangi şartlarda tabi olduğu görülmektedir.
Bu noktadan sonra ikinci bir olgu ise Selçuklu döneminde Yassıçimen’de Celaleddin Harzemşah’ın Mısır hükümdarı Melik Kamil ve Melik Eşref’in ordularıyla Allaeddin Keykubat’ın oluşturduğu güce karşı büyük bir orduyla savaşa tutuşmasıdır. Geride ise ünlü Kıpçak komutanları bırakmıştır. Bu komutanların isimlerine bakıldığı zaman Kayı Han, Küçlü Han, Saruhan, Cılan Nogu Han, Bereket Han gibi Müslümanlaşmış Kıpçak Kantlı Karluk isimlerini alan bu hanlar Selçuklu’yla anlaşmışlar Selçuklu’nun belli bölgelerinde yerleşerek oralarda yurt tutmuşlar, ama daha sonra Selçuklu emirlerinden Saadettin Köpek’le anlaşamayarak Mayatya’ya ve Şam’a doğru göçmüşlerdir.
Selçuklu güçlerini yenerek Malatya’da başlayan Babai isyanlarında yer almışlardır. Babai isyanları da Alevilerin en önemli Baba Resul, Baba İshak gibi babaların isyanlarıdır. Harzem ordusunun askerleri Babai isyanlarının bastırılmasından sonra Tunceli’ye yerleşerek bu bölgede günümüzdeki Kızılbaş Türkmenlerin bir başka kesimini oluşturmaktadır. Bu anlamda Harzem’de konuşulan Zazaca’nın da bu bölgeye gelişi açıklanmaktadır.
Kaldı ki Cemal Şener’e “Zazaca uluslararası bir dil midir?” diye sorulduğunda gerçekten o zaman Harzem’de konuşulan iki dilli yapı burada kendini bulmuştur. Zazaca konuştukları için ve Türkmen olmayışları nedeniyle Pir Hüseyin’den sonra bu bölgeden Şerefhan’ın söylediği gibi “Kızılbaş dikenleri temizlenmiş, dikensiz gül bahçesine dönmüş bir Çemişgezek” Osmanlı’ya tabi olmuştur.
Cemal Şener Olayı Bir Kez Daha Yapılabilecek Bir Olay Değildir
Tarihin bu gerçekliği ile günümüzün gerçekliğini üst üste koyduğumuz zaman Cemal Şener “Anadolu Aleviliği”nin ritüellerini Orta Asya kökeninde bulmuş olması Alevilik üzerindeki büyük bir perdeyi kaldırma noktasında, Alevilerin anlaşılması noktasında bir adımdır.
İkincisi ise Alevilerin Kürt kimliği kavramının ne kadar temelsiz bir kavram olduğunu özellikle tarihsel ve güncel örneklerle vurgulamıştır. Günümüzde hem Aleviliğin hem de Kürtlüğün Türklükten ayrılma noktasında gerçekten Türkiye’de bir insanın yapabileceği bir şeyin ötesinde bir katkıda bulunmuştur.
Cemal Şener olayı bir kez daha bir başkası tarafından yapılabilecek bir olay değildir. Hem Tuncelili, Seyit Rıza’nın torununun dedesi olduğu bir Ovacık köyünden olacaksınız, hem TİKKO’cu komünist-Kızılbaş ve Kürt kimliğiyle politikaya gireceksiniz, hem de sonra bunları yerine koyarak buradaki feodal yapının tasfiyesininin yanında Mustafa Kemal’in yanında olup Mustafa Kemal’in Türkiye’yi kuruşunda modern Aleviliğin yerini almasına katkıda bulunacaksınız, hem de günümüzde PKK’
nın temel gücünü oluşturan Partizan’ın PKK’ya katılması sonrası Abdullah Öcalan’ın “kuzeyliler” dediği Zaza militanlarının Kürtlük politikasına karşı “sizler Türksünüz” diyerek ve Türklüğü onlara kabul ettirip “n’apalım Türküz ama kendimizi Kürt kabul ediyoruz” sözüne indirgemek noktasına gelinmiştir.
Başka bir deyişle 70’lerdeki “Kürt kimliğini inkar ediyorsunuz” sözünden bugün Türk kimliğinin inkarı noktasına gelindiği gerçeğini ortaya koymuştur. Kürtlük kavramının bir etnik kavram olmayıp, farklı etnilerin Şafilik adı altında Ekrad (göçer) anlamında ortaya ortaya çıktığını vurgulamıştır. Bugün Tunceli bölgesindeki Kürt olduğu ileri sürülen toplulukların, ve o bölgenin insanlarının kendilerinin Türkmen olduklarını açıklıkla vurgulamalarına karşılık, Türkiye’deki Türk-İslamcı camianın onları Alevi ve Kürt görme ve buna mahkum etme anlayışını da yıkma noktasına gelmiştir.
Burada mücadele yalnız Şafi Kürtlere ve onlara tabi Kürk milliyetçilerine karşı “biz Kürt değiliz , Türkmeniz”i kabul ettirmek mücadelesi değil, aynı şekilde Aleviliği Türklük içinde görmeyen Türk-İslam sentezcilerine de “Hayır biz Türk’üz ve Anadolu Aleviliği Türklerin özgün dinidir” tezini ortaya koyması önemli bir mücadele olmuştur. Keza günümüzde Aleviliği camiye sokma ve dogmatik Şia Aleviliğine çevirme noktasında da bu çizginin de en büyük hedefi olmuştur.
Yani Cemal Şener Hakk’a yürüdüğü noktada Aleviliğin üzerini örtmek, Kürtlüğün üzerini örtmek ve burada gerçek Aleviliğin ve Kürtlüğün ölçüsü olan Türk ve Orta Asyalı ve Anadolulu Türk kimliğine giden yolu kapatma noktasında her yönden gelen saldırıyı göğüslemiş bir yol arkadaşımdır.
Böyle bir arkadaşım olduğu için onu yad ediyorum.
Prof. Dr. Şener Üşümezsoy