Amerikalıların hala “en iyi” olduklarını düşündükleri on alandan birisi, tıp araştırmaları. Japonlara ve Avrupalılara üstünlüğü pek kaptırmayacaklarını düşündükleri bu alanların içinde tıp yer almasına alıyor ama, işin içindekiler, yani ABD’yi en iyi yapanlar bu iyimserliği paylaşmıyorlar.

Prof. Dr. Yankı Yazgan
Bir kere, tıp araştırmalarının içinde yer aldığı sağlık sisteminin hiç de övünülecek bir yanı yok. Liberal gazete “The Village Voice”un başyazılarından birinde “Dünyada sosyal sağlık sistemi olmayan iki ülkeden biri (diğeri Güney Afrika) olmaktan utanıyoruz” diyordu. Doktorların büyük bir bölümü, varolan sistemin kaynağının eskisi gibi eşite yakın dağılmadığından dem vuruyorlar. Doktorlar dışında kalan sağlık personeli, başta hemşireler, bir yandan özel çalışma koşullarını düzeltme peşinde, bir yandan da “ücretlilik” kapısını sağlamlaştırmak istiyorlar. Yale-New Haven Hastanesi gibi zengin bir kurumda çalışanlar, laf arasında diğer yerlerdekinden avantajlı olduklarını söyleseler de yaşı büyükçe olanlar “nerede o eski günler?” diyor.
“Halinden memnun olmama”nın evrensel bir şikayet ve ilerlemenin itici gücü olduğunu düşünenleri dinlemeyi bir başka zamana bırakalım. “Gayrimemnun”ların çoğunlukta olduğu bir sistem, her şeye rağmen “iyi hizmet” ve “üstün araştırma” üretmeyi başarıyor. Bu “hizmet” maddesini de atlayarak, “üstün araştırma”ya geçelim.
Amerikanın önde gelen epidemiyologlarından Alvan Feinstein’a bakılırsa, bu ülkede tıp araştırması demek, ekonomik, politik güç mücadelesi anlamına geliyor. ABD’nin öncü rolü, araştırmaların ve sonuçlarının dünya ölçeğinde etkiler yaratmasını sağlıyor. Bu iştah kabartıcı manzara, sadece güçlülerin ayakta kalabildiği boğaz boğaza bir mücadelenin öncülü.
İlk bakışta çok “solcu” gözüken bu tahlilin bir kanıtı ya da dayanağı var mı? Saygın tıp dergilerinden biri olan American Journal of Medicine’in danışman editörlerinden biri (R. Horwitz) küçük bir örnek veriyor: “Bir ilacın etkinliğinin çok ve yan etkilerinin az olduğunu göstermek için yapılan çalışmaları düşünün. İstatistiksel olarak, bu “gösteriş” için ne kadar büyük bir örneklem oluşturabilirsen, amacına uygun sonuç elde etmen o kadar kolaylaşır.”
Konunun fazla aşinası olan birisi değilim. Ama anladığım o ki, bir firma ne kadar çok sayıda kişi kullanarak bir ilaç denemesi yaparsa, istediği sonucu elde etmesi o denli mümkün. Her “denek” için epey bir para harcandığı düşünülürse, büyük sermaye kimdeyse, onun ilacının etkili ilan edilmesi kaçınılmaz. Bu arada küçük çaplı üretici, bu denli büyük harcama yapamadığı için aynı etkililikte (ya da etkisizlikte) bir ilacı gereken onay aşamalarından geçirtemeyecek. Kısa sürede silinip gidecek. Diğeri ise giderek büyüyecek.
Yale Tıp Fakültesinin seminer salonlarından birinde geçen bu konuşmanın “solcu” söylemi, orada bulunanlardan birini biraz ikirciklendirince “beyler, hanımlar, biz burada ekmek teknemize laf ediyoruz” gibisinden bir uyarı getirdi. ABD’yi lider yapan tıp araştırması sektörü, tıp fakültelerinin ve hastanelerinin en önemli finans kaynaklarından birisi. Buralarda yürütülen binlerce projeye gelen para ya doğrudan, ya da Federal Fonlara yapılan bağışlardan hükümet kurumları kanalıyla geliyor.
Bunun bir bedeli var mı? Olmaz olur mu hiç… Projelerin desteklenmesinde, verilecek desteğin miktarının belirlenmesinde genelgeçer akımlarla uyumlu olmak, herkesin gittiği yoldan gitmek, ama bunu ufak tefek değişikliklerle farklı seçenek olarak sunmak gibi “özellikler” rol oynuyor. Alternatif destek kaynaklarını da “büyük sermaye” mi kontrol ediyor? Buna “evet” demek zor. Çünkü alternatif desteklerin önemli bölümü hastalar ve ailelerinin oluşturdukları örgütler tarafından toparlanıyor. İşin içinden gelen, gönüllü ve çıkar ilişkilerinin uzağında faaliyet gösteren bu insanlar kaynaklarını kendileri kontrol ediyorlar. Ancak, kaynaklarının, dağıtımında danışma gereği duydukları bir yarı-bilimsel kurul oluşturuyorlar. Gerek örgütçüler, gerekse yarı bilimsel kurul o dönemin bilim politikasının egemen doğrultusunda hareket ediyor. Ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, adeta (bu “adeta” fazla aslında!) bir bilim ideolojisinin yazılı olmayan ama beyinlere işleyen kurallarına göre davranıyorlar.
İlk bakışta her şeyin arkasında bir “çıkarcı büyük sermaye” görmek gibi gelebilir bu senaryo; oysa, bir bakıma o büyük sermayenin bakış açısını da etkileyen bir “bilimsel iktidar” hissediliyor. Ben ideoloji derim, bir başkası başka bir şey. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabını okumuş olanlar için çok yabancı olmayan bu düşünüş şekliyle, iktidara ters düşen görüş ve kuramların bir şekilde tasviyesini görmek mümkün. “Akıntıya karşı” bilim yapanlar ya para desteklerini kaybederek ya sözleşmeleri yenilenmeyerek doğrultularını değiştirmeye zorlanıyorlar. Her şeye rağmen ayakta kalmayı başaranlar (geçmişteki liyakatlarının yüzü suyu hürmetine veya nesebi belirsiz bir dokunulmazlık sayesinde), araştırmalarını yayımlatmakta güçlüklerle karşılaşabiliyorlar. Düşüncelerini araştırma yöntemlerinden ötürü değil yola çıkış noktalarından dolayı.….*
Kendimi Kuhn’un kitabının dramatisazyonunu dinliyor gibi hissediyorum. Yerini kaybetmek istemeyenler, “çoluk çocuğunun nafakası” için durumlarına katlananlar….Kendi ilgi alanlarında değil, başkalarının ilgilendiği alanlarda harikalar yaratan bilim adamları. Kusursuz ya da az kusurlu tasarımlar ve istatistiksel yöntemlerle, tüm dünyanın merakla beklediği makaleleri ortaya çıkaran birçok kişi. Bu çalışmaları ne kadar gönül ile, ne kadar görev bilinciyle yaptıkları önemli değil. Bir bilim ideolojisinin, egemenliğini tüm dünyaya yayması değil mi, olup biten? Türkiye’de, İngiltere’de ya da Brezilya’da yeniden ve yeniden ürettilen bilgiler, ana-kaynak bilgiye benzerlikleri ölçüsünde yaşayabiliyorlar.
Bu yazıyı yazarken, Holywood filmlerinin sinemaları işgal etmesinden yakınan sinema yazarları gibi hissettim kendimi. Onları okurken, Holywood filmlerinin nasıl kolay seyredilebilir oldukları, teknik kusursuzluklarını aklıma getirir, bu filmlerden bayağı hoşlandığımı düşünürdüm. Şimdi, çok benzer bir dille bilimsel araştırmalar dünyasındaki bir iktidardan söz ediyorum. Ben de, teknik (yöntemsel) kusursuzluktan dem vuruyorum. Acaba kusursuzluk sahici mi? Al işte, her şeyden şüphelenen ve bir türlü huzur bulmayan birisi olmak mı, yoksa güzel güzel “akıntı yönünde” çalışmalar üretip huzura ermek mi? Ya da, iki cami arasında binamaz olmak mı?
Notlar:
* Yöntemden kastım, araştırma grubunun seçimi, sonuçları etkilyebilecek ve yanılgı yaratabilecek diğer değişkenlerin kontrolü, seçilen istatistik yöntemin amaca uygunluğu, elde edilen sonucun anlamlandırılması için kullanılan her türlü hesap-kitap… Bu anlamdaki kusursuzluk genellikle bir önkoşul. Ama yeterli değil. Bilim Teknik’in eski sayılarını saklayan okurlara “Cantekin olayı” başlıklı yazıları öneririm bu alandaki yanlılıklara örnek olarak.
Akıntıya karşı bilim’e okur katkısı
Bilimin herkesin dediği ve onayladığından farklı biçimde yapmaya çalıştığınızda, ters düşmeyi, rezil olmayı göze almadıkça bilimsel ilerlemeye katkınız sınırlı olabilir. Bilimin ileri doğru gelişmesi dışında yana doğru, özellikle uygulama alanında gelişmesine katkıda bulunma hakkınızı saklı tutarak elbette…
Bu köşenin okurlarından Levent Gökküneç’in e-mektubundan bir alıntıyı yazımın tamamlayıcı bir unsuru olarak ekliyorum:
“…Doğadan kopmuş olan bilim bakıyoruz ki, insandan da kopmuş. Nitelik kalmamış bilimde, her şey nicelik, ölçüm, sayı. Matematiğin bir estetiği vardır belki ama bilim, sayıları hiç de estetik görmüyor olmalı. Gözlem büyük önem taşıyor, gerçekten de önemli ama gözlemi yapanın nitelikleri tamamen gözardı edilmiş. Deneyi yapanın deneye kattıkları unutulmuş. Veya hiç yokmuş gibi davranılmış bu etkenler. Bilim pek çok yerde katı, soğuk ve renksiz bir niteliğe sahip olmuş. Bilimin zevki, estetiği sunulmaz olmuş. İnsanlar da bilimden bihaber manipule edile edile yaşar olmuş. Hele ki az gelişmiş, öteden beri kafaların pek kullanılmadığı bir ülkedeysek, bilimde estetik ve zevk arayanlara bile garip bakılmaya başlamış. Nerede bu estetiği bilime katacak olan babayiğit? Şüphesiz bunun en önemli nedeni bilimin bu tür yerlerde ikinci elden yapılması yani taklit edilmesi. Bilime orjinallik katmak kolay değil belki ama denemeye değer bir uğraş, eğer ki bilimi seviyorsanız. Bir şeyi kabul etmek gerekir, bilimde nitelik, insanın özü yok diyorum ama bilime nefsini karıştıran bol. Doğal yasalar nefs falan dinlemez gerçi ama üniversiteler adlarının önünde kabarık sıfatlar bulunan şişirilmiş nefslerle dolu.
Pratik örnekler üniversitemizden; ortamda bilimi sorgulayamazsınız, size garip bakarlar. Bir toplantıda entropinin insan hayatına etkilerinden bahsedemezsiniz, tuhaf karşılanırsınız. Veya deney hayvanlarının bilim için öldürülmesine şaka yollu da olsa takılamazsınız, şakası bile hoş karşılanmaz. Evet, bir üniversiteden bahsediyorum. Bildiğim kadarıyla üniversite en esnek ve en uç kafaların bir araya geldiği bir kurumdur. Bu ortamda AKIL ve akla ait etik, estetik değerler başroldedir, nefse de pek yer yoktur. Burada gerek teorik, gerek pratik yepyeni, yeri geldiğinde çılgınca fikirler veya teoriler tartışılır veya denenir. Ama kemikleşmiş bir yapıda yeniliğin veya esnekliğin yeri olmuyor. Düzenli bir makina gibi her şey olması gerektiği şekilde işleyip dönüyor üniversitemizde. İyi de bu klasik yöntemin işleyişidir, klasik bakış açısı da kuantumun gerisinde kalalı epey oldu.
Sanırım zamanı geldiğinde epeyce geride kaldığımızı kuantum felsefesinin kendisi belirtecek bize, o zaman hazır olmayanlar da akışın dışında kalacaklar. Daha doğrusu zaten akışın dışında olduklarını farkedecekler. İşin kötüsü (veya iyisi) bu eleştiriler sadece bizim üniversite için değil, çoğu yer böyle. Bilimle uğraşılan, bilim yapılan çoğu yer böyle. Bugün çok farklı kesimlerden insanın aklına, modern bilim dendiğinde bir laboratuar, bilgisayarlar, düğmeler, cihazlar, aletler vs. geliyor. Hiç doğanın ortasında doğayla uyumlu bir işlev gelmiyor insanın gözü önüne. Bu da demektir ki, akış kendine başka başka yollar buldu bile. Eğer akışın dışındaki yolumuza devam edersek geleceğin tarihi için Isaac Asimov’un Çelik Mağaralar’ını okumamız gerekecek ya da radyasyonlu mantar bulutunu beklememiz…”