Ahmet Yıldız’la Söyleşi: Hangisi Hapishane?

İlk yazın nerede ve ne zaman yayımlandı? Yayınlanan ilk yazım bir öyküydü. Trabzon’da Kıyı dergisinin editörünün masasına kendisi büroda yokkan bırakıp kaçmıştım. 1982’ydi sanırım. Öyküm dergide yayınlandı. Çok sevindim....

İlk yazın nerede ve ne zaman yayımlandı?

Yayınlanan ilk yazım bir öyküydü. Trabzon’da Kıyı dergisinin editörünün masasına kendisi büroda yokkan bırakıp kaçmıştım. 1982’ydi sanırım. Öyküm dergide yayınlandı. Çok sevindim. Edebiyattan ayrılamayacağımı, sanırım, o zaman anladım.. Birileriyle yazdıklarımı paylaşmış olmanın tadını ilk kez o zaman tattım.

Edebiyatta kaç yıl ve kaç kitap-dergi oldu?

Edebiyatta kaç yıl oldu derken, sanırım yazma eylemi olarak soruyorsun. Çünkü edebiyat yalnızca yazma eylemi değil, sıkı okumayı, okumaları da içeriyor. Okumayı öğrendikten sonra edebiyatın içindeyim çünkü, Hz. Ali Cenkleri’nden, Köprü Altı Çocukları’ndan… Ama sanırım kompozisyonlardan sürekli 10 çekmenin bir değeri yok. 1982’yi milat alalım yine de. Yani 22 yaş. 1988’de ilk öykü kitabım Akademi Kitabevi Öykü Ödülünü aldı. Cem Yayınevinde basıldı. 1992 yılında Ankara’da Edebiyat ve Eleştiri Dergisi‘ni kurduk. İki aylık bir dergi olarak Mart-Nisan 1992 yılında yayın hayatına başladık. Bu yıllar, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, ülke edebiyatının bir sis içinde yolunu aramak istediği yıllardı. Edebiyatın evrensellik kaygısından uzaklaştırılarak biçimci, öznel ve zaman zaman da yerel bir yola girdiği, sanatın artık sanat için olduğu, sanatçının iç dünyalarının önemli olduğu düşüncesi ve eğilimlerinin yeni yeni boy attığı yıllardı. Yine de Ankara’da, özellikle 1991 yazında, kalabalık bir sanatçı grubunun bir sanat hareketi oluşturma özleminin sonucu doğmuş bir iradenin sürüp giden toplantılarının ardı arkası kesilmiyordu. Bu toplantılardan bir sonuç alınamayacağını, sonsuza kadar süreceğini, ancak bir dergi çıkararak var olan belirsiz durumdan bir yol açılıp sıyrılınabileceğini sürekli vurguladığım için “dergi manyağı” olarak anılmaya başladım. Ama en sonu dergi, öncülüğümde, Edebiyat Dostları’ndan ayrılan bir gurup, Gürsel Korat, Akif Kurtuluş, Hüsamettin Çetinkaya, Enis Akın’ın şu veya bu biçimde katkılarıyla yayın hayatına başladı. Dergi ilk sayılarında bir arayışın ürünüydü. Ancak daha sonra vahim intihallerin adamı olduğu anlaşılan Hüsamattin Çetinkaya ve arkadaşlarının ayrılması sonucu dergi Ahmet Yıldız’ın yönetimine kaldı. Gökhan Cengizhan’ın da katılımıyla dergi, popüler isimler peşinde körü körüne koşan ve dergi yönetiminin var olan edebiyat sisteminden pay almasını, rant sağlamasını amaçlayan bir anlayışı reddetti. Sol kulağı sağ elle tutma anlayışını reddetti, boş meydanda bir takım ihraç felsefi kavramlarla kavramsal terör estirenlerin şiddetine direndi. Anti-medyacı ve marksist özünü kaybetmeyen, ancak sosyalist gerçekçi olmayan, bunu sorgulayan, -buna küfür etmeyi de asla marifet saymayan- 1990 yarılmasıyla sosyalist kimlikli insanların yarattığı edebiyatın da artık başka bir şey olacağının bilincinde bir anlayışta oldu. Sanatçıya abartılmış bir otonomi sağlayarak, onu her türlü siyasi ve ahlâki kaygıdan azad eden bir göreceliliğe ve teslimiyetçi bir nihilizme gönderen, “ben önce yalnızca şairim” diyen relativist anlayışlara, “çözüm yalnızca partili edebiyattır” diyen kaba yaklaşımlara daha haklı ve akıllı bir zeminde “Edebiyatın ve sanatın bir oyun olmadığını, yoğun bir şekilde siyaset yüklü olduğunu, ateşe ve çeliğe, tere ve kana ait olduğunu, toplumsal değişimlerin önemli bileşenlerinden olduğu”nu daha iyi anlatmaya çabalamayı kendisine hedef edindi. Bu uzun süreçte özellikle Türkiye edebiyatının en büyük eksikliği olan Akademik çevrelerle ilişkiyi gerçekleştirdi. Akademik çevreler genellikle kendi içine kapalı ve reel edebiyat ortamına uzaktı. Oysa, Türkiye Edebiyatının, benim, derginin bir sayısında yazdığım “Türkiye Edebiyatı Çöl Oluyor” adlı çalışmada tanımladığım “çöl” oluşu içinde, akademik çevrelerin eleştiri disiplinlerine, en azından ilgisine ve yakınlaşmasına gereksinimi vardı. Dergi şimdi çeşitli üniversitelerin edebiyat bölümleriyle, özellikle buradaki genç öğretim üyeleriyle sıcak bir ilişki içindedir. Tabii, dergi işi, bir öykü yazarı olarak anılan beni birden dergici yapıverdi. Ayrılan arkadaşlara inat, biraz da Kant’taki o etik toplumsal sorumluluk gereği sanırım, Ankara’da bu dergi de kapanırsa bozkır havasının tam egemen olacağını düşünerek sürdürdüm yayını. Şimdi oldukça iyi bir durumdayız. Hem etki açısından hem içerik açısından. İkinci öykü kitabım Kadın ve Boğa‘yı da on yıl sonra, 1999’da yayınlama olanağı buldum.

1980’lerdeki şiir ortamı ile bugünü nasıl değerlendiriyorsun?

1980’lerin şiir ortamı, çok daha sıcak ve geçmişin etkilerini üzerinde taşıyan, bunun için de belki daha güçlü bir şiir ortamıydı. Şairler etik anlayışlarını ve görevlerini biliyorlardı ama içlerine kapanmışlardı, kendilerini de keşfe koyulmaya oldukça zamanları vardı. Bu aslında şiirimiz için bir zenginlikti. Slogandan uzak kalıyorduk, ancak bu daha sonraları günümüzde iyi bir sentez olacak yerde yalnızca içe gömülmenin egemenliğiyle, ama etik sorumlulukların yok olmasıyla tezahür etti.

Bu ara adına oldukça sık rastlanıyor. Kendini üretken biri olarak değerlendirebilir misin?

Dergi çıkarmak, bunca holding patronunun arasında Don Kişotluk elbet. Üretkenlik buradan değil, sanırım yazdığım “Türkiye Edebiyatı Çöl Oluyor”, “Türkiye Edebiyatı Eşkıyasını Arıyor” gibi edebiyatımıza enine dikine cesur dalışlar yapan yazılar yazmaktan çekinmememin etkilerinden. Yoksa öykü yazma konusunda pek verimli değilim.

Edebiyatın diğer sanatlar ile ilişkisi var mıdır? Var ise nedir, nasıldır?

Edebiyatın diğer sanatlarla ilişkisi sanırım vermekle ilgilidir. Diğer sanatlar edebiyattan yalnızca alırlar. Örneğin, sinema edebiyata ne verebilir? ama konuları, diyalogları edebiyattan alır daha çok. Müzik, resim, heykel vs. Bunlar edebiyatın içinde olabilirler. Siz yazıyla sesleri, notaların etkisini anlatabilirsiniz, heykelin durumunu verebilirsiniz, ama heykelle, müzikle yazının, sözcüklerin etkisini asla veremezsiniz. Yani edebiyat bence bütün sanatların anası -ya da her neyse babası-dır. Atletizmin bütün sporların anası olduğu gibi.

Sence edebiyat adamlığının neresindesin? Kurmaya çalıştığın bir yapı var mı?

Edebiyat adamlığının sanırım tuhaf bir noktasındayım. Siz edebiyatçı olarak birilerine yazıyla hitap edersiniz, ama etkileri belagatin etkisi gibi hemen olmaz. Viktorya çağında edebiyat eyleminin İncil’i okuma eylemiyle aynı etkiyi yaptığını keşfetmişlerdi ve edebiyata önem verdiler toplumu yönlendirme aşamasında. Yani siz sözcüklerle, tümcelerle adamın zihnine etki edersiniz. Ben de bunu sabırla bekliyorum. İki yıl önce söylediğim tesbitlerimin bugün her ağızdan duyuluyor olması gerçekten hoş. Demek ki beyinlere etki edebilmişiz. Adamlığımız da bu kadar işte.

Ankara, Türk Edebiyat Coğrafyasının neresinde yer alıyor?

Ankara, Türk Edebiyat Coğrafyasında bence en önemli yerde. Nasıl Türkiye siyasi haritasının en önemli yerindeyse, öyle. Düşünün, bütün önemli şair ve yazarlar şu an Ankara’da yaşıyor: Ahmet Erhan, Şükrü Erbaş, Abdülkadir Budak, Ali Cengizkan, Ahmet Uysal, Adnan Satıcı vs. Eleştirmen Yücel Kayıran, Gökhan Cengizhan.. Ve önemlisi, oldukça dolu ve hareketli bir kütle oluşturuyorlar. İstanbul edebiyat çevresinden örneğin, Özdemir İnce’yle telefonda konuşmuştum; “ne varsa Ankara’da var Ahmet,” dedi. Bunu bütün İstanbul edebiyatçıları rahatlıkla söyleyebilir. Tuhaf bir şey bu. Ankara daha temiz ve berrak gibi geliyor bana edebiyat açısından. Kirlenmemiş..

Dergi çıkardığın biliniyor. İşin içindeki biri olarak sana sormak istiyoruz, Türkçe’de bu iş niçin yürümüyor? Niçin sürekli yeni dergiler çıkıyor ve sürekli kapanıyor?

Türkiye’de sürekli kapanan dergiler yok artık. Üç beş dergi varız en az beş yılını dolduran ve bunlar da sürdürüyor yayınını. Açılıp kapananların da eskisi gibi fazla olduğunu sanmıyorum. Çünkü artık Türkiye edebiyatında bir dergi çıkarmanın enerjisi, maddi şartları, sanatsal dayatması yok. Postmodern ölü toprağı serpilmiş her tarafa. Aslında Türkiye’nin dinamiğinin gerisinde seyir eden bir edebiyat ortamı var. Herkes ayrı bir masaya oturmuş bir şeyler karalıyor gibi. Daha 1970’lerin, 80’lerin romanı, hikâyesi yazılmadı. Bugünün de tabii. Oysa oldukça hareketli bir süreç bunlar bir yazar için. İç savaş ortamlarını düşünebiliyor musunuz? Edebiyatımız ise bütün yaz çaldı saz hesabı.. Yeni yazarlar yetişmiyor. Hepsi cahil ve kendinden menkul. Böyle bir ortamda bir derginin yayına başladığını düşünebiliyor musun? Yüzünü buruşturur gibi olduğunu görüyorum. İlk sayısında bitiyor.

Kadın ve Boğa. 1988’de çıkarttığın öykü kitabın, postaladığın adrese ulaştı mı?

Kadın ve Boğa, tuhaf bir öykü. Tam altı ay sürdü yazılması. Çocukluğumdan kalan imgeler, olaylar, coğrafya. Doğu Karadeniz’de bir orman köyünde hayvanlarla, yaşlı insanlarla ve bir çocukla oluşmuş, yağmur, çamur ve meni kokan, ıslak dut yaprakları altında acıklı bir öykü. Sanırım Türk edebiyatında değişik bir köy öyküsü örneği. Evrensel ve yerel motiflerin ard arda dizilişi vs… Ama ben en çok 70’li yılların eylemcilerini anlattım. Onların zayıflıklarını… Normal  insanlar olarak, zaaflarıyla, kahramanlıklarıyla birlikte… Örneğin, içeriden çıkmış ve içeride tanıdığı bir arkadaşını  ziyarete giden bir genci ve polis takibini. Haymana cezaevinden yeni çıkmış bir tutuklunun, bir trafik kazasında, olmayan düşleriyle birlikte ölümünü. Bir kuyumcu soygununu (sanırım 80 öncesinde günde en az 5 kuyumcu, banka soyuluyordu, bu edebiyatçıları nasıl ilgilendirmez?), emniyetin beşinci katında bir sorgunun ve işkencenin son anlarını vs. Adrese gider mi ki? Ama açık söylemeliyim, adres yok gönderilecek. Doğrusu da bu?

Okul? Hapis?

Okul mu hapishaneydi -YÖK yılları-, yoksa hapishane mi okul -seksenli yılların başı- bilinmez. Her ikisinde de bulundum. 1980 -83 arası hapis, 12 Eylül’ün işkenceleri, özel tip cezaevleri, ki anlatmak istemeyiz pek. Kimse inanmaz zaten, sonra öyle düzeldi ki kafalar kötü şeyleri dinlemek istemiyorlar. Boş ver. Ama çıkınca 1983’te üniversiteye devam ederken çektim gerçek acıları. İşkenceci polisimi masum bir biçimde kavşakta trafik polisi olarak gördüm filan.. Tüm arkadaşlarım kaybolmuş, yok. İçerisini özlerdim bir köşede ağlayarak bazen. Başka bir ülkedeymişim gibi, yabancı hissettim kendimi uzun süre.. hangisi hapishane..

Sence taşra neresidir?

Taşra diye bir şey kalmadı artık. Bence, metropollerin, kendi iktidarları için uydurdukları bir kavram.. En iyi katiller ABD’de hep taşra kasabalarından çıkıyor..

Solduyulu musun?

Sol duyulu olmamak haddimize değil. Kan sorunu bu. Şekeri bile fazla..

”Sanatçıların yaşamı değil yaptıkları önemlidir” deriz kolaycacık” diyor Bilge Karasu, ”Masalın da Yırtılıverdiği Yer” başlıklı masalında: Sence?

Bilge Karasu hep doğru söyler..

Peki ya okur? Karakamu?

      Okura inanmak gerek. Çünkü gütmek için gerekli bu…

Pa/zar, Ya/zar?

Pa/zar ve Ya/zar.. Mükemmel iki kavram yeni dünya düzenimizin edebiyat ortamı özneleri için. Tam yakışır.

Yazınsal İktidar? Red Cephesi? Öte yakada, ürküntü veren ortam ve edebiyat adına zorunlu bir dayanışma?

Yazınsal iktidar iletişim araçları denen lanet şeylerle oluyor daha çok. Ama Muzaffer Buyrukçu’yu kimse bir edebiyat toplantısına götürmeyi başaramadı. “Ben yazarım, konuşmacı değil,” gibi sade bir tümceye dayanıyor üstelik. İktidar hep konuşanların olur bilirsin. Buyrukçu iktidarsızdır ama yine de biri İstanbul’da biri Ankara’da iki karısı var…

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Kültür&SanatRöportaj
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

Benzer Konular

  • Michel Welbeck ve Umutsuzluğun Günahı – Julian Barnes

    1998 yılında Paris’te düzenlenen Prix Novembre’nin jüri üyelerinden biriydim; adından da anlaşılacağı üzere edebiyat sezonunun sonunda verilen bir ödüldü. Goncourt jürisi Welbeck’in romanını yanlış anladıktan ve diğer jüriler hatalarını...
  • Patricia Esteban Erles; Oyun

    Patricia Esteban Erles, çağdaş bir İspanyol yazar ve gazetecidir. Kısa öykü yazarı olarak tanınır. Eserleri, Zaragoza Üniversitesi’nin “Kısa Öykü Ödülü”, “XXII Santa Isabel de Aragon Araştırma Ödülü” ve “Dos...
  • Kutzeye’nin Edebiyat Dünyası L. Doktorova

    John Maxwell Kutzeye (d. 1940), 2003 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Nobel Ödülü’nü dördüncü kez bir Afrikalı, ikinci kez de bir Güney Afrika temsilcisi kazandı. 1991 yılında bu prestijli edebiyat...
  • Fütürist Ne Demek?

    Fütürist, geleceği tahmin etmeye ve analiz etmeye odaklanan bir uzmandır. Fütürizm, geleceğin nasıl şekilleneceğini anlamaya çalışan bir disiplindir ve fütüristler, trendleri inceleyerek, teknolojik gelişmeleri analiz ederek ve toplumsal değişimleri...