Ah aşkın elinde…
“Minel Aşk”ın çağrışımları benzer, başka anlamları da var ama “Ah aşkın elinde” karşılığı dosyayı en iyi tanımlayan karşılıktı. Çünkü daha dosya konusunu belirler belirlemez tüm ekip cin çarpmışa döndük. Üzerine bunca şey söylenmiş bir kavram bu kadar mı etkileyici olur? Adı bile esrikleştirebiliyor, eline bir düşersek başımıza neler geleceğini hatırlatıyor.
Bataille “Cazibesiyle büyülemeyen hiçbir şeyin bilgisini edinme. Acık sınırlarda asla durma” der. Açıkçası ben, neden aşka dair bu kadar çok düşünüldüğünü, onu yaşamak için can atıldığını, ondan korkulduğunu daha iyi anlatacak başka bir cümle bulamadım.
Elbette ki aşkın cazibesiyle büyülenmemek elde değil ama açık sınırlarda dolaşmak da herkesin harcı değil. Ne de olsa biz insanoğlunun hala evcilleştiremediği şeyler var.
Gerçek şu ki, yüz yıllardır usumuza işlenen cinsellikten arındırılmış “temiz aşk”, “kutsal evlilik” söylemlerine karşın çok derinlerde pusuya yatmış aşk, yasa koyucunun telkinleri yerine vahşi doğanın çağrısını dinler.
Üstelik ne temiz aşklarının yara almasından korkup büyü bozuculara koşturanlara ne de yasal evlilik çatısı altında yasaların sınırlarına hapsolmuş devinmeye çalışanlara aldırır.
Çağrıldığında gelmez, ininden çıkmak için anı bekler. Bakışın, dokunuşun, kokunun anını… Zamanı yoktur, zamansız gelir. Hazırlıksız yakalar. Sonra bir gün sessizce çekip gider…
Sözün tükendiği yerde burasıdır işte. Kelimeler anlamını yitirir. Aşka ömür biçmeye çalışan uzmanlara başvurulur. Altı ay. üç yıl, beş, yedi yıl… Gün hesapları, yıl hesapları, parmak hesapları…
Sonunda öykülere, seslere, görüntülere sığınmaktan başka çare kalmaz. Bu durumda kederlenmek için Tolstoyl’un Anna Karenina’sına başlamak iyi gider, özellikle final bölümünde bir de Gasparyan dinlenilirse ruhun yer değiştireceği garantilidir. Bu arada aşkın ömür boyu sürebileceği iyimserliği için Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ının, umudu tamamen kaybetmek için Aşk ve Öbür Cinlerinin okunması tavsiye edilir. Teselli içinse Nazım Hikmetin “Saman Sarısı” şiirini başucunda tutmakta yarar vardır.”… ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan”.
Aşk üzerine hala söylenecek bir şeyler olduğu düşünülüyorsa Kim Ki Duk’un Boş Ev’ini izlemek kaçınılmazdır. Neredeyse sadece görüntüyle derdini anlatan bu sessiz sedasız küçük başyapıt, sadece ruhu değil gözleri de dinlendirir. Ama dert görüntü için de kaybolmaksa Rönesans’tan başlayarak Batı sanat tarihi içinde uzun bir yolculuğa çıkılabilir. Batılı sanatçıların dolaylamalarını kaldırmayanlarsa. Doğulu bilgelerin sözlerinde, nakkaşların işlemelerinde aradıklarını bulabilirler.
“Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur”, der Antoine Bret…
Yaşamınızın bir döneminde mantığınızı yitirmediyseniz, kahvenin, şarabın tadı hep aynıysa, sesler, kokular değişmiyorsa hemen bir doktora görünmelisiniz…
Hala yaşıyor musunuz?
NİLGÜN YÜKSEL