Tarık Buğra İle Türk Edebiyatı Üzerine -’87 Baharı, Edebiyat Dönem Ödevi-

TRT’nin radyo ve televizyon yayıncılığında “tek” olduğu yıllar. Türk edebiyatından seçme eserler dizilere dönüştürülüyor: Aşk-ı Memnû, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Üç İstanbul, Küçük Ağa, Gecenin Öteki Yüzü, Parmak Damgası ve...

TRT’nin radyo ve televizyon yayıncılığında “tek” olduğu yıllar. Türk edebiyatından seçme eserler dizilere dönüştürülüyor: Aşk-ı Memnû, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Üç İstanbul, Küçük Ağa, Gecenin Öteki Yüzü, Parmak Damgası ve diğerleri.

Tarık Buğra İle Türk Edebiyatı Üzerine

Tarık Buğra

1987 yılı, lise edebiyat dersi için verilen bir dönem ödevi. Alanında tanınmış biri ile “mülâkat” yapılacak. Genellikle dönemin popüler isimleri ile bağlantı kurmaya çalışıyor sınıfın çalışkan öğrencileri.

1987, Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok dediği ve diyerek satış rekorları kırdığı yıl. Liseli gençkızlar olarak, merakla kadının adının nasıl yok edildiğini anlamak için harıl harıl bu kitabı okuyup üzerinde konuşuyoruz o dönem.

TRT Televizyonu Küçük Ağa’dan sonra Tarık Buğra’nın bir başka romanını televizyona uyarlıyor: Osmancık. Cihan Ünal, Osmanlı’nın temellerinin atıldığı savaş sahnelerinde, atın üzerinde son model saati ile görünüyor. Belki de Osmanlı tarihi üzerine çekilen ilk ve tek televizyon dizisi, biraz da fiyasko ile sonuçlanıyor.

Osmancık’ın yayınlandığı döneme rastgeliyor verilen dönem ödevi. Ve bizim edebiyat meraklısı kızımız, bu tarihi romanlardan ve İbiş’in Rüyası‘ndan tanıdığı yazarla yapmak istiyor mülâkatını.

1987 ilkbaharı, İstanbul. Moda Lisesi’nin karşı sokağında eski bir binanın merdivenlerini çıkıyor. Bir elinde kocaman bir sümbül demeti var, öbüründe kâğıtlar ve kayıt için minik bir teyp. Kapı açılıp içeri buyur edildiğinde elindeki çiçekleri uzatıyor, bu ara heyecandan teybini düşürüyor kapının yanındaki masanın altına… Heyecan, utançla karışıyor, masa altına eğilip teybini alınıyor. Salondaki kocaman kütüphanenin önünde bulunan masaya oturuyorlar. Tağrık Buğra’nın dingin, alçakgönüllü hali rahatlatıyor kızımızı. Düğmeye basıyor ve ilk soru soruluyor:

Liseyi bitirdikten sonra bir süre hukuk ve tıp eğitimi almışsınız. Sizi yazar olmaya iten nedenler nelerdi?

Sebepleri pek ayrıntılı olarak söylemek mümkün değil. Bu bir hayat muhasebesi olur. Yalnız sık sık söylerim, ben lise onuncu sınıfta yazar olmayı kafama koydum. Ondan sonra gelen yıllar hep yazarlık için arayış, çalışma, derlenip toparlanma dönemi oldu. İten sebeplerin arasında muhakkak ki babamın edebiyata verdiği önem, benim okuduğum kitaplara verdiğim değer var, bunlar rol oynamış olabilir tabiî.

Edebiyat hayatınızın ilk yıllarında etkilendiğiniz yazarlar oldu mu?

Ben bu soruya büyük dergilerde, gazetelerde hep aynı cevabı vermişimdir. Ben etkide kalmadım ve etkide kalmayı “olmamaya” eşit sayarım bir yazar, bir sanatçı için. Her sanatçı kendi üslûbunu, kendi tarzını, kendi hayat görüşünü beraber getirmelidir. Eğer etkide kalırsa “yok” demektir, “kişilik” ister sanat.

Yazmaya ilk başladığınızda sert eleştiriler aldınız mı? Aldınızsa bunlar sizi nasıl etkiledi? Genç bir yazarı nasıl etkiler sert eleştiriler?

Ben ortaya kendime güvenecek hale geldikten sonra çıktım. Yazmaya 17 yaşında başladım ama benim ilk imzam 29 yaşındayken göründü. O da bir yarışmada, Cumhuriyet Gazetesi’nin hikâye müsabakasına hocam Mehmet Kaplan’ın gönderdiği Oğlumuz isimli hikâyemle olmuştu. Şunu demek istiyorum, ben ortaya çıktığım zaman, ne olabileceksem ona yaklaşmıştım. Bu yüzden de benim aldığım tepkiler, eleştiriler büyük ölçüde olumlu oldu. Çok övüldüm. O hikâye çıktıktan sonra bir gazete sahibi, Ali Naci Karacan, bir dergi sahibi, Yusuf Ziya Ortaç, çağırdılar ve çalışmaya başladım. İlk çıkan kitabım da aşağı yukarı bütün gazete ve dergilerde övüldü. Ben sert tepkiyi daha sonraları aldım. Yani öyle gençlere has kırılma, alınma, gücenme, küsme dönemini atlattıktan sonra aldım. 1956’da Siyah Kehribar romanımla. Ondan evvel hep övüldü benim hikayelerim. Onun için bilemiyorum genç bir yazarı nasıl etkileyebileceğini sert eleştirilerin.

Yusuf Ziya Ortaç’ın size keskin eleştirileri olmuş. Bir yazınızda, “bugün 100’den fazla hikâyem, romanım, piyesim olmuşsa, onun da etkisi var,” diyorsunuz.

Evet, şu bakımdan, bu çok güzel birşeydir. Ben bunu yazmışımdır da. O kadar çok övüldüm ki ben ilk hikâyelerimle, bir gurura saplandım, çok ayıp, çok çirkin bir şey. Artık ben oldum, tepeye çıktım gibi bir duyguya kapıldım. Halide Edip Adıvar Hanım’ın övgüleri bilhassa beni çok gururlandırmıştı. Bunu gördü Yusuf Ziya, “Sen nesin ya?” dedi, “kaç hikâyen var? Çehov’lar Maupassant’lar yüzlerce hikâye yazdıktan sonra hikâyeci olarak kabul edildi, senin kaç tane var?” diye sordu. Bu çok güzel -benim tabirimle- bir tokattı. Düşündüm, gerçekten 15-20 tane hikâyem vardı. Bir yazar olmak için 15-20 hikâye nedir? Derlendim, toparlandım, övünmeyi bırakıp çalışmaya başladım.

1949 yılında ilk kitabınız Oğlumuz çıktığında neler hissetmiştiniz?

Çok sevindim tabi. Kitap çıkarmak çok zordu bilhassa o dönemde.

Romanımızın bugünkü durumunu (1987 yılı için) değerlendirir misiniz? Günümüz Türk Romanının ana sorunları nelerdir sizce?

İyi yazarlar yetişiyor. Bunu kesin olarak söyleyebilirim. Ama Türk romanının büyük sorunları var, Türk romancısının. Bunların başında tabiatıyla “dil” gelir. Türkçe ikiye bölündü biliyorsunuz, Öztürkçe ve yaşayan Türkçe diye. Çok saçma bir kavga konusu oldu. Sık sık tekrarlarım, “anadilini kavga konusu yapmış başka bir millet yoktur dünya tarihinde”. Biz dilimizi kavga konusu yaptık ve tabiî ki politik etkenler, bilimsel etkenler yazarları da tereddüte düşürdü. Kimisi bir kutba, kimisi öteki kutba bağlandılar. Ve iki taraf da Türkçe’nin yarısını kaybetti. Bu çok önemlidir. Farsça, Arapça kökenli diye darağacına çekilen, mezara gömülen onbinlerce kelimemiz var. Bunları kullanmadılar. Bunları kullanmamak, kafayı kullanmamak demektir. “Kelimelerle düşünürüz” denir. Bu çok doğru bir sözdür, kelimeleri attıkça düşünce gücümüz azalır. Bu, birinci sorunudur Türk romanının ve genel olarak Türk yazarlarının. Kelimeler vardır, Farsça’dan Arapça’dan alınmış ama biz bunlarla şiirler, romanlar, masallar yazmışız, türküler, şarkılar söylemişiz. Bizim olmuş onlar. Bunları öldürdünüz mü, türkülerimiz, masallarımız, hikâyelerimiz gidiyor. Kültürümüz, uygarlığımız gidiyor. Kelimeye savaş açmak, insanın kendisine savaş açmasıdır.

İkincisi, politika çok karıştı edebiyata, ideolojiler. Bunlar “kafa bağımsızlığını” engeller. “Kafa bağımsızlığını” koruyamayan, “özgür düşünemeyen” insan, sanatçı olamaz. Ancak bir reklamcı olur, bir yardımcı, bir araç olur bir düşünceye, bir dünya görüşüne.

Siz hem eski sözcükleri hem de öztürkçe sözcükleri kullanıyorsunuz öyleyse, günlük konuşma dilinizde ve eserlerinizde.

Gayet tabiî. Bir dilin bir kavramı tam karşılayabilmesi, bir durumu tam anlatabilmesi vardır. Bunlar da ayrıntılara dikkat ister. Ben eğer “elem, keder, melâl” Türkçe değil diye atarsam, bir yazar, bir edebiyatçı olarak bir hikâyede anlattığım insanın duygu halini tam veremem. Sadece “çok acı çekti” dersem, acının binbir nüansı var. Bunlardan çoğunu bırakırım, bırakmış olurum, yani anlatamamış olurum. Tekrar ediyorum, “kelimelere savaş, insanın kendisine açtığı savaştır”.

Ödül aldınız mı? Ödüllerin sanatçıya ve sanata katkıları sizce nedir?

Ben maalesef epey ödül aldım. Maalesef, diyorum çünkü ödülün hiçbir anlamı yoktur. Ödüller -bilhassa son zamanlarda- Türkiye’de –bütün dünyada da öyleymiş ya- politik bir plâna kaydı. Bazı tercihleri yaygınlaştırmak, bazı görüşleri daha etkin hale getirmek için kullanılmaya başlandı. Şöyle bir geriye doğru baktığım zaman, ödül alanların Türk Edebiyatı’na bir şey bırakmadıklarını görüyorum. Hemen hemen iki-üç senede bir meşhurlar çıkar, bunlara ödüller verilir, övgüler düzenlenir. Fakat aradan birkaç yıl geçiyor, bunlar kalmıyorlar ortada. Yenileri çıkıyor. Bu bakımdan ben ödülleri ciddiye almıyorum. Türkiye’de inşallah onurlu birtakım ödüllerin verileceği günler gelecek. Yan tercihlerin, yan etkilerin düzenlemediği, gerçekten başarılı eserlere, yazarlara verilen ödüller çıkacak. Bunun için evvela ödülü koyan kurumun, daha sonra da jürinin dürüst olması lâzım.

Gazetecilik mesleği nasıl başladı?

İlk kitabım olan Oğlumuz çıktıktan sonra, o hikâyemin topladığı ilgi beni Babıali’ye getirdi. Ali Naci Karacan beni çağırdı ve ısrarla gazeteci olmamı istedi. Ben bilmiyordum gazeteciliği ama o “önemi yok, sen gel burada otur” demişti. Oturmakla olmuyor tabiî, girdik işin içine ve başladık mesleğin çıraklığına. İlerledim, genel yayın müdürlükleri, köşe yazarlıkları yaptım. Hep üzülerek hatırlarım gazeteciliğimi. Çünkü benim içim önemli olan, ne para ne de şöhretti. Ben “edebiyatı” seviyordum. Edebiyatta birşeyler yapmak istiyordum. Gazetecilik de edebiyata en aykırı meslek. Bunu yadırgarlar söylediğim zaman. Ama denedim ve hâlâ görüyorum. Nice yetenekli insanlar var, mesela bir Çetin Altan, bir Refik Erduran. Kendilerine de söylemişimdir bunu, hatta Refik Erduran yazmıştır da benim söylediğimi. “Bırakın gazeteciliği, piyeslerinize dönün, romanlarınıza dönün. Türk Edebiyatı kazansın.” Çok aykırıdır gazetecilik edebiyata, çünkü o ayrı bir kafa yapısı ister. Roman ayrı üslûp ister, hikâye ayrı, tiyatro, fıkra, makale ayrı üslûp ister.

İlk olarak sanırım Akşehir’de Nasrettin Hoca isimli bir gazete çalışmanız var?

O demokrasiye geçiş yıllarında, hepimizin içinde bir demokrasi, özgürlükler, insan hakları ateşi yanıyordu. İşte bizim de çorbada tuzumuz bulunsun diye, elimdeki güç ve imkanlar neyse onunla haftalık bir gazete çıkarmış ve o akıma katılmıştım. Yıl 1947’ydi.

Sizce iyi bir edebiyatçının en önemli özelliği nedir?

En önemli şey “kafa bağımsızlığını”, “düşünce özgürlüğü”nü koruyabilmektir. İnsanlara, olaylara, insanların toplumla ilişkilerine objektif olarak bakabilecek bir kafa yapısına sahip olabilmek. Bu olmazsa, peşin hükümlerle yola çıkılırsa, bu söylediğim ilişkiler peşin hükümlere göre anlatılmak istenirse, iyi bir eser çıkmıyor ortaya. Bu bilhassa “güdümlü” toplumlarda gayet açık bir şekilde ortaya çıkar. Güdümlü edebiyat olmuyor.

“Okumaktan çok dinlemeyi seven bir toplum olduğumuz” söyleniyor. Sizce Türk toplumu okumayı neden sevmiyor ?

Okumayı sevmediğimiz çok kesin. 56 milyonuz, diyoruz. Kitabımız 10 bin-12 bin sattı mı çok gururlanıyoruz, başarılı sayılıyoruz. 56 milyonda 12 bin nedir? Televizyona, gazetelere suç yüklüyorlar. Televizyon yayınlarının en güzeli var batıdaki ülkelerde, kanal sayısı çok daha fazla, 24 saat çalışıyor televizyonları. Ama kitap satışları orada düşmedi, aksine çoğaldı. Bugün Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya’da kitap baskıları çok artmıştır. Okuma oranı çok yükselmiştir. Televizyon filan değil, bize has bir şey bu. Ben bunun sebebini değil bunun suçlusunu politikacılar olarak gördüm, gösterdim ve hâlâ buna inanıyorum. Politika kendisinden başka kıymet bırakmadı Türkiye’de. Parti kavgaları, bu parti, şu parti, bu lider, şu lider, bu politik görüş, şu politik görüş, düzen kavgaları insanların ilgilerini kafalarından koparıp politikaya bağladı.

Eserlerinizden bazıları televizyonda dizi film halinde gösterildi. Böylece daha geniş kitlelere ulaşılabilmekte. Sizce bir edebiyat eseri filme aktarılırken özünden birşeyler kaybediyor mu? Edebiyat eserlerinin filme aktarılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Edebiyat ayrı bir alan, sinema ayrı. Herkes kendi işini yapacak. Sinema da sinemalığını yapacak. Sinemanın değeri olan eserlere el atması sevindirici bir şey, kötü değil ve dünyanın her yerinde olmuş. Victor Hugo’nun Sefiller’i, Tolstoy’un Barış ve Savaş’ı ve bunun gibi birsürü roman tekrar tekrar filme çevrilmiş. Bu iyi veya kötü diye düşünülemez. Ama yazılı eserin sinemada birçokşey kaybettiği kesin. Kaybediyor fakat buna karşı kazanıyor da. Görüntünün de ona ekledikleri var. Aldıkları kadar olmasa da veriyor. Ben kendi adıma konuşursam, ilk iki eserim çokşey kaybetti hiçbirşey kazanmadı. Bunlar, İbişin Rüyası ile Yalnızlar. Çok şey kaybettiler, yok oldular. Küçük Ağa, biraz kaybetti, fakat buna karşılık çok şey kazandı. Romana, benim anlattığıma değil, bana, kişisel olarak bana çok şey kazandırdı. İşte -eğer bir değeri varsa- “şöhret” kazandırdı. Ben -çok özür dilerim- metelik vermiyorum şöhrete. Beni tanımışlar, tanımamışlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, konuyla gerçekten önem vererek ilgilenen okuyucunun beğenip beğenmeyişidir. Benim ölçüm budur. Kafalarına, görgülerine, birikimlerine değer verdiğim insanlar benim yazdığımı beğenirse, benim için mesele bitmiştir. Ünlü olmak, ödül almak, bundan sonra gelecek şeylerdir benim için. Osmancık televizyonda “Kuruluş” olarak gösterildi, o da çokşey kaybetti. Yönetmenle anlaşamadık, yönetmene anlatamadım. Gereksiz uzatmalar, çok çok uzatılan savaş sahneleri, göçler, ney ve rebab taksimleri, bunlar esas mesajı gölgeledi. Ama yine de zannediyorum bir şey kalacak insanlarda Osmanlı’nın doğuşu, gelişimi hakkında. “Türk nereden geliyor, Türk’ün Osmanlı dönemi nasıldı?” sorularını biraz aydınlatacak belki.

Tarihi romanlar yazdınız. İyi bir tarih bilginiz mi var yoksa kitapları yazmadan önce kapsamlı bir araştırma mı yapıyorsunuz?

Benim tarih bilgim kuvvetli değildir. O konuda bir iddiam yok. Bütün insanlar gibi tarih okurum, tarihle ilgilenirim ama tarihî bir bilgi iddia edemem. Okumalarım sırasında bir konu, bir kişi benim ilgimi çekerse, o zaman başlarım orada derinleme çalışmalarına. Osman Gazi dikkatimi çekmiştir. Osman Gazi’den çok şu soru dikkatimi çekmiştir: “Nasıl oluyor da toplamı 40-50 bini bulmayacak üç-beş Oğuz Boyu iki büyük imparatorluğun ve medeniyetin arasında, Selçuklu’yla Bizans arasında tutunabiliyor, en sağlam temelini atabiliyor ve insanlık tarihinin en uzun ömürlü imparatorluğunu kurabiliyor?” Bu soru beni Osman Gazi’den daha çok ilgilendirmiştir. O ilgiyle elime geçen bütün kaynaklara eğildim. Başta Fuat Köprülü olmak üzere okudum, gördüm ve yazmaya değer buldum. Yazabileceğime inandım. Osmancık’ı yazdım ve sonra da TRT onu dizi olarak uyarladı.

Romanlarınızı yazmadan önce kafanızda belli bir çatı kuruyor musunuz? Yoksa yazmaya başlayınca olaylar birbiri ardına geliyor mu?

“Yazardan çıkar insanlar, kendi hayatlarını kurarlar” derler. Ama evvela ana iskelet kurulmalıdır. Anlatacağınız insanların karakterleri açık ve kesin olarak kafanızda belirmelidir. Ondan sonra ayrıntılar tabiatıyla yazarken gelir. Ama o insanlar evvela sizde oluşur, o olay sizde oluşur.

Osmancık ve Küçük Ağa romanlarınızdaki karakterler karşılaştırıldığında, Küçük Ağa’daki karakterler Osmancık’takilere göre daha belirgin.

Küçük Ağa’daki insanlar günümüz insanları. Bizim gibi duyan, bizim gibi yaşayan, bizim katıldığımız olaylarda kendilerini bulan insanlar. Bize yakın bir dönemi anlatıyor Küçük Ağa, o dönemi biliyoruz biz. Ama Osmancık’ta anlatılan dönem bizden çok uzak. Biz kesin olarak yabancısı durumuna düştük o dönemin, o karakterlerin. Küçük Ağa’da anatem bildiğimiz olaylar ve insanlar. Osmancık’ta ise, hâlâ kavrayamadığımız bir dönemi anlatmaya çalışıyoruz. Burada ayrıntılara, yan karakterlere ağırlık verdiğiniz ölçüde roman kaybedecektir. Bu benim inanışım ve ona göre yazılmıştır. Esas olarak anlatılmak istenen, Osmanlı Türk’üne bir büyük imparatorluğu kurduran dünya görüşü ve devlet felsefesidir. Yan insanlar bu büyük temin içerisinde kayboluyor. Kaybolmaları özellikle istenmiştir. Vardır orada da birtakım dramlar. Sungur’un sakat doğan çocuğu, onun verdiği üzüntü, Endoksiyan’ın rüyası, Köse Mihail’in, Mihail Koses’in geçirdiği bunalım, Abdullah’ın macerası, bunlar birer karakteri belli eder fakat ne kadar geride kalırsa, esas temamız o kadar ön plana çıkar, ağırlık noktası budur. Bir görüştür önemli olan ve bu görüşü de biz nerede veriyoruz? Edebalı’da, Ertuğrul Gazi’de, Osmancık’ta veriyoruz. Ve karşı Bizans tarafının durumunda, tutumunda veriyoruz. Tek tek karakterler verilirse, o roman tarzına göre bence hatalı olur. Benim vermek istediğim şudur: Osmanlı nasıl Osmanlı oldu? O devlet nasıl kuruldu?

Okullarda okutulan edebiyat dersleri ve divan edebiyatı konusundaki görüşleriniz?

Tabiî özür dileyerek söylüyorum, ben bu resmî öğretime bel bağlamıyorum. Bir kafa disiplini vermesi bakımından elbette gerekli ve yararlı ama sosyal bilimlerin anlattığı konuları yalnız yetersiz değil, zararlı da buluyorum. O konulardan koparıyor yetişmekte olan kafaları. Belli bir anlayışın –ister istemez bütün dünyada böyle bu- çizdiği dar sınırlar içerisinde yaptığını sanıyor görevini. Edebiyat öğrettiğini zannediyor. Değerlendirmelerin çoğu yanlış oluyor, örnekler iyi seçilmiyor. Ben yeterli bulmuyorum ve yeterli olamaz zannediyorum. Bir edebiyat dersi, edebiyatı öğretemez, hatta sevdiremez. Bana öyle geliyor.

Öğretmenlerin özel ilgilerinin etkisi olabilir. Beni yönlendiren bir Rıfkı Behül Meriç vardı ortaokulda. Kompozisyonlarımı beğeniyordu. İlle şiir, hikâye yazacaksın diyordu. Arkasından Hakkı Süha Gezgin ve Pertev Niyali Boratal gibi iki büyük edebiyatçıda okudum İstanbul ve Konya Liselerinde. Onların dersin dışında edebiyata verdiği önem, roman ve romancıların üzerinde duruşları, tiyatro üzerinde duruşları benim ilgimi koyulaştırdı. Elbette ki, öğretmen çok etkendir.

Divan edebiyatına gelince, Türkiye çok büyük bir dünyayı kaybetti. Bu kötü oldu, iyi oldu tartışması gereksiz. Ama şu kesin, bir Divan Edebiyatı, dünya edebiyatları içerisinde ön planda yer alacak değerdedir. Bir Bâki, bir Fuzûlî, bunlar dünya edebiyatında az görünen şairlerdir. Ama dilin geçirdiği evreler bunları öldürdü. Biz kaybettik bunları. İyi hatırlıyorum, De Gaulle Fransa Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’ye gelmiş ve Galatasaray Lisesi’nde bir konuşma yapmıştı. Ben bu konuşmayı dinledim. Söze şöyle başladı: “Biz iki büyük medeniyetin insanları, biz Corney’i ve Bâki’yi yetiştirmiş insanlar…” diye Bâki’den sözetti. Medeniyetler, elektronik araçla, giyim kuşamla olmuyor, medeniyet herşeyden önce “edebiyatı” ile “düşünce dünyası” ile oluyor toplumların. Açın bir Fransa veya İngiltere medeniyet tarihini, kitapların yarıdan çoğu edebiyata ayrılmıştır. Ondan sonra mimari, politika, endüstri, ticaret gelir. Biz o dünyayı kaybettik. Bir “mef û lü me fâ î lün fa i lün” sıkıcı, itici geliyor, çünkü onunla yazılmış şiirleri anlamıyoruz ki. Bize takır-tukur geliyor bu yüzden. Eğer “Menem ki kafidei sağlar kerban-ı gamem” deki büyük psikolojiyi, karakteri bilseydik, vezin kendiliğinden bize müzik gibi gelecekti. Onun için divan edebiyatı sıkıcı, itici geliyor.

Liseli bir genç sizce hangi kitapları okumalıdır, okumuş olmalıdır?

Bütün ülkelerin ana kitapları vardır. Bunlar 10-15 tanedir. Bu bakımdan da Türkiye çok ters durumdadır. Bizim ana kitaplarımız yok. Mesela bir batılı mutlaka Descartes’i okur. Evinde Descartes vardır, aydın kesiminin. Klasikleri vardır, okur, herkes tanır klasiklerini ve bunun en büyük yararı gerçek değerleri kavradıktan sonra, şarlatanlıklara kapılmama şansını yaratmasıdır. Günün içinde bakarsınız bir Kadının Adı Yok çıkar ve birdenbire pırrrrr bütün Türkiye okur, bütün kafaları işgal eder ama bir sene sonra atılır. Böyle çok kitaplar çıkar, o bir furyadır gider. Ama bu kafaların zaman harcayışıdır, enerji harcayışıdır. Eğer klasik değerler bilinse bu aldanışa düşmez insanlar. Türkiye’de ana kitaplar yok. Ben şaşarım bir Kutadgu Bilik bilinmez, bir Dede Korkut okunmaz. Bunlar halbuki bu toplumun oluşumunu anlatan eserlerdir. Bunlar okullarda okutulmaz. Gidin bir Fransız, İngiliz okuluna, ilkokuldan başlayarak mutlaka bir Fransız, İngiliz klasiği okutulur. Bizde bu yok. Bunun için ipi kopmuş tespih taneleri gibiyiz. Herkes kendine göre bir dünya kurmuş, toplumsal yapımız teşekkül etmiyor, pekişmiyor, bencil oluyoruz. Ana kitaplar çok önemli. Neyi önerebilirim? Evrensel olan değerlerin olduğu kitapları. Mesela evrensel olan bir Yunus Emre’yi okursanız, Yunus Emre yeterince tanıtılırsa şiir kendini kurtarır Türkiye’de, parazitlerden arınır. Bunu yapmazsanız her dönem bir meşhur çıkar. Roman Türkiye’de çok yeni, tartışmasız değer haline gelecek örneklerini pek vermedi, verdiyse bile bunların üzerinde pek birleşemedik. Zaman zaman bazı büyük dergiler “En Büyük 10 Türk Romanı” diye anketler yapıyor. Bu dergileri karşılaştırıyorsunuz, müşterekte buluşulamıyor. Ben eğer iddia ettiğim adam olmasam övünürüm, çünkü hepsinde Küçük Ağa var. Ama bu bana bir güven vermiyor. Neden? Bir Dokuzuncu Hariciye Koğuşu mesela, harikulade bir roman, bakıyorsunuz birisinde var, beşinde yok, halbuki bu çok önemli bir romandır.

Bir gününüz nasıl geçiyor son zamanlarda?

Şu an kendimi bulmakla boğuşuyorum. Çok yorucu benim hayatım. Benim istemediğim, önleyemediğim birçok ilişkiler var. Meselâ bu senaryolar var. Bunları sevmiyorum. Onlarla uğraşıyorum. Bunun dışında jüri üyelikleri, birtakım kurumlarda üyelikler. Hammallıklar diyorum ben bunlara. Hiçbir yararı olmayan ama benim zamanımı alan uğraşılar. Bunlardan sıyrılıp da, bunların yükünü atıp da yazı makinemin başına geçmek için uğraşıyorum. Sabahları geç toparlanırım. Kahvaltının ardından birkaç kahve içtikten sonra saat 11.00-11.30’da kendime gelirim. 3-4 saat çalışabilirsem çok iyi oluyor. Ama kaptırdığım zaman, bir konuya kapıldığım zaman saate bakmam, günün şu veya bu dönemi bakmam, gece, geceyarısı, sabaha karşı çalışırım.

*

Son söz: 1987 yılında, lise dönem ödevi olarak yapılmış bu röportajın, silinip gitmesini istemedim. Kaseti ve kasetten çözülen notları inatla saklamışım. Kimbilir böyle kaç çalışma var, fazla önemsenmeyen lise ödevleri olarak bir kenarlarda duran. Tarık Buğra’nın Türk edebiyatı ve romancılığı üzerine söyledikleri, -bugünkü tüm kişisel görüşlerim dışarıda tutularak- bir belge niteliği taşıdığı için sizlerle paylaşıldı. Diyorum ki, varsa eğer elinde böyle eski ödevleri bulunan, yazsın göndersin. Bunlar biryerlerde toplansın. Evden eve taşınırken kaybolup gitmesinler. İmece, bir adres olabilir belki bunu için.

Yıllar sonra tekrar dinlerken konuşmayı, sesimdeki ürkek ve heyecanlı ton güldürdü beni. Tarık Buğra’nın, liseli bir genci, sanki büyük bir yayıncıymış gibi karşılayışını anımsadım bir de, yine gülümseyerek…

Aslı DEDE

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
EdebiyatKültür&SanatRöportaj
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

*

*

Benzer Konular

  • Michel Welbeck ve Umutsuzluğun Günahı – Julian Barnes

    1998 yılında Paris’te düzenlenen Prix Novembre’nin jüri üyelerinden biriydim; adından da anlaşılacağı üzere edebiyat sezonunun sonunda verilen bir ödüldü. Goncourt jürisi Welbeck’in romanını yanlış anladıktan ve diğer jüriler hatalarını...
  • Patricia Esteban Erles; Oyun

    Patricia Esteban Erles, çağdaş bir İspanyol yazar ve gazetecidir. Kısa öykü yazarı olarak tanınır. Eserleri, Zaragoza Üniversitesi’nin “Kısa Öykü Ödülü”, “XXII Santa Isabel de Aragon Araştırma Ödülü” ve “Dos...
  • Metamodernist Edebiyata Giden Yolda; Veronika Serbinskaya

    21. yüzyıl, toplumun ve kültürün gelişmesinde yeni bir çağın başlangıcı olup, mevcut kavramların yeniden değerlendirilmesine ve yeni görüşlerin oluşmasına yol açmaktadır. Yeni doğan bu bakış açısı şimdiden “post-postmodernizm”, “altermodernizm”,...
  • Kutzeye’nin Edebiyat Dünyası L. Doktorova

    John Maxwell Kutzeye (d. 1940), 2003 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Nobel Ödülü’nü dördüncü kez bir Afrikalı, ikinci kez de bir Güney Afrika temsilcisi kazandı. 1991 yılında bu prestijli edebiyat...