Şiir Üzerine Dağınık Düşünceler (2)

(Birinci Sahne: Neden Beethoven?) (Aynı gün, daha sonra. Akşam “Beethoven’lık” tepeleri ele geçirmeye başladı, onları yumuşattı, biraz daha Chopin’lık bir hal  verecek şekilde düzleştirdi. Alacakaranlığın gül ve erguvan renkleri...

(Birinci Sahne: Neden Beethoven?)
Leonard BERNSTEIN

(Aynı gün, daha sonra. Akşam “Beethoven’lık” tepeleri ele geçirmeye başladı, onları yumuşattı, biraz daha Chopin’lık bir hal  verecek şekilde düzleştirdi. Alacakaranlığın gül ve erguvan renkleri duyuları uyuşturuyor; motorun homurtusunun üzerinden, yolun üzerindeki bir otelin çağrısını duymaya başlıyoruz, bir motel yatağının cazibesine teslim olmaya çağırıyor bizi. Birimiz esnedikçe diğerlerimiz de esniyor; şu anda üç sesli bir inleme korosu duyulmakta.)

L.Ş.

(Esnemelerinin arasında şarkı söyler):

“Karlıaağ düşer!
Düşer düşeeAAlarıım!
Hea PİS mini!
Hepis miNİİ aanaraağ..”

U.B.

(Gözünün yaşını silerek): Sakız isteyen?

L.B.

Ee, ben bir tane alayım bari. Son sohbetimizde konuşmaktan ağzım kurudu. Sakız ister misin, L.Ş.?

L.P.

Yok, sağol. Sakız çiğnemem ben. Ayrıca, benim konuşmaktan ağzımı kurutacak fırsatım olmadı.

(Bu darbenin etkisi yolun kıyısında, alacakaranlıkta gri ve meymenetsiz bir şekilde dikilen “Konaklama Tesisleri” levhasının ortaya çıkmasıyla savuşturulur.)

L.Ş.

Bu yanıp sönen kervansarayı irdelesek mi? Ortak aşa kaşık sallasak mı? Misafirperver otelcinin kucağında zevkten mayışsak mı?

L.B.

Vay canına, sen sahiden de yorulmuşsun. Dursak iyi olacak belki de. U.B., bu şerefi sana bahşediyorum; tenezzül eyle de bir bak bakalım, motelde in ve cinlerin top oyunundan atım adacak yer var mı.

U.B.

(Acı acı): Benim takdirime güvendiğin için gururluyum. (Arabayı durdurur ve gider.)

L.B.

(Gerinerek): Sanki bütün gün çalışmış gibiyim.

L.Ş.

Cengâverce çalıştın hem de. Ne insafsız teşrihti o yaptığın öyle! Harcıalem melodi yazarı demek!

L.B.

Diyalektikten pek anlamadığımı itiraf ediyorum; ama güçlü duygular, bir şekilde insanın aklını garip yollara saptırıyorlar. Aslında seninle işim bitmedi daha. Ettiğin o masum lâf,  iki ucu da  keskin bir kılıç aslında…

L.Ş.

Hey yüce rabbim, ne demiştim Allah aşkına?

L.B.

(Acmasızca yayarak): “Şu-karşı-dağlar-tam-Beethoven’lık.” Hatırladın mı şimdi?

L.Ş.

Harfiyen. Ama, bu konuyu ırgalaya ırgalaya artık elle tutulacak bir tarafını bırakmadığımızı düşünmüş, daha doğrusu ummuştum. Bu ölümsüz vecizemi limon gibi sıkıp kurutamadın mı hâlâ?

L.B.

Yok, bir de şu var: Bir müzisyen için, bir edebiyatçının müziği dağlar, öcü-böcüler ve beyaz şalgamlar gibi her türlü müzik-dışı olguyla ilişkilendirmeye başlaması pek tuhaf bir şey. Bak şu işe, bu konular üzerine okul günlerimden beri kafa yormamıştım; sanatsal mecraların biricikliği üzerine kavgalar ederdik Estetik dersinde. Sözlerin bu eski hayaletleri hortlattı.

L.Ş.

Sanatta temsil, soyutlama ve bunun gibi hortlakları mı?

L.B.

Ta kendilerini. Harvard’dayken Eisner adlı dikkate şayan bir oda arkadaşım vardı; bir tür süper-Hemingway olma yolunda gidiyordu. Onda alışılmadık, sadakatsiz ve ihtiras dolu bir müzik aşkı vardı; bende de benzer bir edebiyat aşkı. Bu durum oldukça yapıcı, ikimizin de kafasını bir sürü yarı-doğruyla dolduran bir ilişkiye yol açtı tahmin edebileceğin gibi. Allah kahretsin ki mezuniyetten kısa süre sonra kanserden öldü.

L.Ş.

Çok üzüldüm, ama bütün bunların bizim dağlarla alâkası ne?

L.B.

Sabrediver biraz. Eisner ve ben neredeyse her gece muhabbet eder, sabaha kadar devam edip kontpuan dersini kaçırmama yol açan fırtınalı tartışmalara girerdik. Bütün geyik muhabbetleri gibi, hiçbir zaman bir sonuca varmazlardı; ama bugünkü sözün sayesinde bunların ne kadar içime işlemiş old–

U.B.

(Arabaya döner): Vay anasını!

L.Ş.

Ee, nasıl?

U.B.

Fazlasıyla in cin top oynuyor. (Motoru çalıştırır) Siz yine mi başladınız? (Birinci vites) Biliyorsunuz günün bu saatinde yolu görmek çok zor. (İkinci vites), entre chien et loup, bizim lisede dedikleri gibi, (üçüncü), ayrıca sizin vırvırınız benim dikkatimi toplamama hiç de yardımcı olmuyor. (Tam gaz)

(Felaket sessizliği. Bu sırada U.B.’nin içinden geçirdiği pişmanlık sözlerini neredeyse duyabilecek gibi olursunuz. Gerilim artar ve patlar)

U.B.

(Kaşlarını çatarak): Ee, neydi derdiniz, neden bahsediyordunuz?

L.Ş.

Biliyorsam Allah canımı alsın. Şu senin ağbin henüz adı konmamış müthiş bir zirveye yaklaşıyordu. Bir şeylerin içine işlemiş olduğu–

L.B.

Geyik muhabbetleri! Hah, lâfımı hatırlattığın için sağol. Ne diyordum, tabii ki Eisner ve ben en çok karı-kız ve edebiyat işlerinden söz ederdik. Ama er geç yolumuz müzik tapınağına çıkardı; onun müziğe yaklaşımına hayrandım. Hayatında müzikten başka başka bir şey düşünmemiş bir müzisyen olarak, benim müzikle kendime göre bir ilişkim vardı; pek farkında olmasam da, soyut bir ilişkiydi bu. Benim bildiğimden başka türlü bir ilişkinin olabileceğini görmek beni şaşkınlık içinde bırakıyordu.

U.B.

Tam üniversiteye yeni başlamış okul çocuğu kafasındaydın yani.

L.B.

Zamanı gelince seni de göreceğiz. Neyse, bir yazarın müziğe yaklaşımının ne kadar farklı ve yabancı olabileceğini görmem Eisner sayesinde oldu. Anlıyor musunuz, aklıma hiçbir zaman dağlar ve Beethoven’ı aynı cümle içinde anmak gelmezdi. Müzik, bütün sanatlar içinde, özel bir bölgede duruyordu, kendi yıldızından başka hiçbir yıldızın ışığı düşmüyordu üzerine ve hiçbir anlam taşımıyordu.

U.B.

Bu okul çocuğu lâflarını ben bile haklayabilirim!

L.Ş.

Ağzına sağlık, şoför bey evladım! Hayatımda duyduğum bütün zırvalar içinde–

L.B.

–hiç bir anlam derken, şunu diyorum: sözlerle değil, müzikal terimlerle ifade edilmiş, tümden başka bir zihinsel iklimde yaşayan kendi öz anlamından başka.

L.Ş.

Anlamın anlamı üzerine bir etüde mi girişmekteyiz?

U.B.

Aman, Allah korusun.

L.Ş.

Belki de girişiyoruzdur. Bakalım: bir kelime topluluğunun anlamı nedir ki zaten? Mesela, “genç kadın başını eğdi ve adama dudaklarını tam bir teslimiyetle sundu…”

L.B.

Özlü bir söz.

L.Ş.

Ne demezsin. Ama anlamı ne? Anlamı bir eylem, gerçek bir eylem. Bu eyleme karşı bir tepki yaratıyor, son derece gerçek bir tepki: Senin gerçek, fiziksel varlığının içinde bir şeyler bu bir avuç leziz sözcüğe tepki veriyor. Bunu gibi, gerçek, fiziksel varlığının içinde bir şeyler bir müzik cümlesine de tepki veriyorlar –diyelim ki Liebestod’daki gözyaşartıcı ezgiler gibi. Şimdi, birincisine tepki veren öğe ile ikincisine tepki veren öğe aynı şey, değil mi? Ergo, her ikisinin de anlamları –burada “anlam”,  algılayıcı olarak sende, algıladıktan sonra  kalan iz olmak olmak üzere– birbirine eşittir! Q.E.D.

L.B.

Bravo, Piskopos Berkeley! Aynı akademideki eski günler gibi. Az kaldı kendimi tekrar genç hissedecektim. Ne var ki senin bu eğitimli lâf ebeliğine itiraz etmek zorundayım. Bir kere, mantığın çarpık; anlamı bir fiziksel tepkiyle karıştırıyorsun, bu durum da yanlış bir çıkarıma varmana yol açıyor.

L.Ş.

Amaan, hadi oradan.

L.B.

Hayır, sahiden de, ciddiyim ben. Eğer iki ayrı uyarana benzer tepkileri veriyorsam, eşit olan benim tepkilerimdir; iki uyaranın aynı anlama sahip olduğunu göstermez bu. Adamın biri (1) yağmura tutulunca ve (2) hasta arkadaşının bardağından içince soğuk algınlığına kapılıyorsa, bu yağmur ve bardak arasında bir anlam ortaklığına götürmez bizi, değil mi?

L.Ş.

U.B.’nin bardaktan boşanan yağmur üzerine yapacaği bir zevzekliği savuşturabilirsek, götürmez. Zaten bu bir mantık meselesi değil ki; duygular matematiksel örüntülere göre davranmazlar.

L.B.

Kusura bakma ama, ilk Q.E.D. nidası senden çıkmadı mı?

L.Ş.

Tamam, boynum kıldan ince. Hadi daha basit terimlerle konuşalım. Şu sayacaklarımın anlamları arasında kesin bir bağlantının var olduğunu teslim etmez misin: Bir günbatımı ve bir Chopin prelüdü arasında, Mona Lisa ile Rut Suresi arasında….

L.B.

Geniş kapsamlı, eleştirel bir bakış açısı ile bir bağlantı var, evet. Ama bu ikisinin aynı anlama geldiğini göstermiyor.

L.Ş.

Tabii ki tam da onu gösteriyor! Günbatımı ve prelüdü ele alalım, meselâ. Anlamlarını belli bazı soyut terimlere indirgeyebiliriz, sükûnet, enginlik, sostenuto, zarifçe salınım, renk, renkteki gözle görülmez değişmeler, falan filan. Bütün bunlar ikisi için de geçerli, değil mi?

L.B.

Ama bir prelüd sükûnet, renk ve diğerleri anlamına gelmez. Onları anımsatabilir, belki. Ama anlamı yalnızca müzikaldir.

L.Ş.

Nedir peki o müzikal anlam?

L.B.

Sözlerle anlatılabilecek bir şey değil, öyle olsa neden Chopin notalarla anlatmak gereği duyacaktı ki? Tabii, bir prelüdün müzikal anlamını sözcüklerle anlatmaya çalışabilirim, ama bu seni sıkıntıdan öldürürdü herhalde. Dur anlatayım, miden kaldıracaksa: notaların orta bölgesinde (bir çellonun La teli gibi), ölçülerin son vuruşlarındaki, uzun süre devam eden bir figür, bir oktav atlayarak yukarıya ulaşmaya çalışıyor; aniden, eşlik partisindeki yeni  bir girişle bu figürün anlamı açığa kavuşuyor. Bu yeni giriş, melodik çizginin uzatılmış kromatik hasretinin –si ve do arasında hüzünle gidip gelmektedir– altında nabız gibi atan, inatla tekrarlanan mi minör akorlarından oluşuyor. Aynı anda, eşlikteki başka bir tenor ses bu genel hastalıklı hüzün atmosferine geciktirme ve appogiatura yoluyla katkıda–

L.Ş.

“Ah, bu bir harika!
buyrun, size para!
artık kesin ama!”

L.B.

Gördün mü? Söylemiştim sana. Üstelik, bu belki sana topu topu üç ölçünün anlamının bir parçacığını veriyor. Bu, dediğim gibi, müziğin özelliği; kendisine özgü yalnız bir bölgede, hiç bir başka yıldızın ışığını alma–

U.B.

Aa, bakın! Kozy Kabins!

* *  *

(Kozy Kabin Nr. 8’in verandasındayız. Hava beklenmedik ölçüde serinlemiş; biz de sahte kızılderililer gibi battaniyelere sarılmış bir şekilde oturuyoruz ve o bir türlü bitmeyen son sigarayı içiyoruz. Son sigaraların en azından dördüncüsündeyiz; anlamın anlamı tartışması son hızla sürüyor.)

L.Ş.

–öyle olsa, neden bir sürü besteci, eserlerine başlıklar koyuyor? Sen haklı olsan, bir müzik parçasının müzik-dışı herhangi bir önemi olması imkânsız. Pekâla, harika. Ama o durumda müzik tarihinden Berlioz’u, Schoenberg’i, Hindemith’i kovmamız gerekecek.

L.B.

Mahler’i, Copland’ı, Monteverdi’yi…

L.Ş.

(Muzaffer bir edayla): Ve Bernstein’i!

L.B.

Yaktın beni! Birazcık zaman ver de şu estetik dersinde öğrendiklerimi hatırlayayım.

L.Ş.

Tabii, ben keyiften dörtköşeyim zaten. Sabırla bekliyorum. Buyur, bir Chesterfield yak.

L.B.

(Bir süre duraklayarak): Gördüğüm kadarıyla, bir yandan kendi yaptığım bestelere başlık verirken, onlara felsefi imalar yüklerken, bir yandan da müziğe teorik bakışımda nasıl olup bu soyut yaklaşımı savunabildiğimi öğrenmeye çalışıyorsun. Öyle mi?

L.Ş.

Güzel söyledin. Yalnızca soyutluktan uçmak üzere olman değil, bir de kendini öyle beğeniyorsun ki! Sanki müzikten öylesine bir zihinsel saflık bekliyorsun ama, kendin yazdığın zaman o saflık hiç umurunda değilmiş gibi. Entelektüel ukalâlık derim ben buna. En aşağılık türünden hem de.

U.B.

Oley!

L.Ş.

Dur da ben sana bir müzik dersi vereyim. Belki senin anlatmaya çalıştığın şeyi de anlaşılır bir dille, mektepli cilâlar olmadan anlatmayı beceririm.

L.B.

Dinliyorum hocam.

L.Ş.

Öyle olsun. Bence senin anlatmaya çalıştığın notaların saydam olmadığı, sözcüklerin ise saydam olduğu; öyle değil mi? Başka sözlerle, bir gazete okuduğun zaman sözcüklerin bir sanatsal araç olarak varlıklarının farkında değilsin; gazetedeki “sapık altı tane koyunu katletti” sözleri sana bir kavramı iletiyor, ama sözcüklerin kendileri, bilincinde özel bir önemle iz bırakmıyorlar, haklı mıyım?

L.B.

Haklısınız hocam.

L.Ş.

Ama bu sözcükler bir sanatçının, bir şairin eline geçince, aklında uyandırdıkları imgenin üzerine kendilerine ait bir değer kazanabilirler: “yıldız”, “olabilseydim” ve “değişmez” gibi sözcükler Keats’ın elinde, temsil ettikleri fikirin üzerine, kendi başlarına da hatırlanabilir hale geliyorlar ve böylece daha az saydam, daha çok opak oluyorlar; sanki biraz daha,  arkalarındaki bir temsilci düşünce için değil de yalnızca kendi varlıkları için var olan notalara benziyorlar. Beni izliyor musun?

L.B.

İzliyorum hocam.

L.Ş.

Bunu son noktasına kadar götürürsek, bu muameleye tabi tutulan kelimeler bütünüyle soyut hale gelebilirler, Gertrude Stein örneğindeki gibi. Bu aşırı ucun herhangi bir edebi değeri olup olmadığı başka mesele; bizi burada ilgilendiren, sözcüklerin  asıl  işlevlerin anlamı temsil etmek olduğu ve  saydam oldukları; notaların asıl işlevlerinin ise soyutlama olduğu ve saydam olmadıkları. Ayrıca, nasıl sözcükler Joyce’da olduğu gibi, asıl görevlerinden bir yarı-soyutlama ara bölgesinde doğru kayabilirlerse, notalar da kendi doğal ortamlarından kavramsal müziğin ara bölgesine doğru kayabilirler, programlı müzik, müzikli drama, film müziği ve benzerlerinde olduğu gibi. İzliyor musun?

L.B.

İzliyorum hocam ama–

L.Ş.

İzin ver de bari şu lâfımın sonunu getireyim. Demek ki neymiş, meğer yazarla müzisyen arasında bir buluşma düzeyi varmış, ve ikisinin de fanatikçe, ukalâ bir saflık kavramına kendilerini zamklamak için bir nedenleri, bunu yapmaya hakları yokmuş. Bir de bütün bunlara Allah’ın bize bahşettiği çağrışım yeteneğini eklersek, zavallı bir lirik şairin, birazcık duygusallık ederek,  dağlar ve Beethoven hakkında bir metaforla  gönül eğlendirmesine saldırmanın hiç bir temeli olmadığını görürsün. Tamam, Sibelius’un 5. senfonisindeki bir kapanışın, en bilimsel bakış açısıyla ele alınca, belli bir tınıyı üretecek biçimde orkestralanmış, belli bir akor dizisinden başka bir şey olmadığını teslim ederim; yarattığı etki de –aman işte, bir kapanış etkisidir. Ama, benim de müthiş bir şafak gördüğüm zaman, o şafakta Sibelius’un trompetlerinin gökyüzünü turuncu ses akıntılarıyla ışıklandırmasını görmeye  hakkım var; ayrıca, beş dakika gevşeyip, o kitabî vehimlerini bir kenara koysan, sen de aynı şeyi görürsün. Dixi.

L.B.

Dediğin her şeye alçak gönüllülükle katılıyorum, hatta hadi artık uyku vakti  diyeceğim de –bu soğukta nasıl uyuyacaksak artık–, son bir önermem var. Belki de, aramızdaki farklar şundan geliyor: Bir müzisyen, müzikte o kadar çok şey duyuyor ki, gördüğü resme daha başka çağrışımlar eklemeyi tamamen gereksiz buluyor. Sen ve ben, kendi sanatsal rollerimize büründüğümüz zaman, dediğin gibi, ortasından bir tren yolu geçen bir alanın sağından ve solundan yola çıkıyoruz; birbirimize, ortada bir yerde buluşmak üzere yaklaşabiliriz. Ama, her zaman yanımızda köklerimizden gelen ağır atavizmi taşıyor olacacağız, ortamızdaki tren yolu bizi her zaman birbirimizden ayıracak. Hiç bir zaman ne müzik hakkında, ne de sözcükler hakkında aynı şekilde düşünemeyeceğiz. Zaten bu meseleler öylesine uçucu ki; belki de tek bir güzel mısra ya da dile getirilmesi mümkün olmayan bir içgörü, bizim bu çöl havasında saatlerce titreşerek başarabileceğimizden sonsuz derecede daha açık bir şekilde açıklayabilir bunları. Fakat, verdiğin ders için sana teşekkür borçluyum.

L.Ş.

Bak hele, epeyi  yola gelmiş bir genç adam oluverdin. İki saat önceki kabadayıdan fersah fersah ötedesin. Kutluyorum seni.

L.B.

Ben de seni. Attığın nutukta tek bir çatlak bile bulamıyorum. Aslında,  içimden bir ses, sen bu kadar kibar olmasaydın, ben de bu kadar üşüyor olmasaydım–

U.B.

(Suratsız bir şekilde uyanır): Hadi beyler, hadi; pufidi kandil, tumba yatak.

L.Ş.

Ben biraz daha oturup şu muhteşem yıldızları seyredeceğim. Bakın şunlara, şunlara bakın! Tam Buxtehude’lik değiller mi!

Leonard Bernstein. “Bull Session in the Rockies – Scene II: What Do You Mean, Meaning?“, The Joy Of Music (N.Y: Simon & Schuster, 1959) içinde.

 

Leonard BERNSTEIN
Çeviren: Armağan EKİCİ

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Kültür&Sanat
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

*

*

Benzer Konular

  • Michel Welbeck ve Umutsuzluğun Günahı – Julian Barnes

    1998 yılında Paris’te düzenlenen Prix Novembre’nin jüri üyelerinden biriydim; adından da anlaşılacağı üzere edebiyat sezonunun sonunda verilen bir ödüldü. Goncourt jürisi Welbeck’in romanını yanlış anladıktan ve diğer jüriler hatalarını...
  • Patricia Esteban Erles; Oyun

    Patricia Esteban Erles, çağdaş bir İspanyol yazar ve gazetecidir. Kısa öykü yazarı olarak tanınır. Eserleri, Zaragoza Üniversitesi’nin “Kısa Öykü Ödülü”, “XXII Santa Isabel de Aragon Araştırma Ödülü” ve “Dos...
  • Kutzeye’nin Edebiyat Dünyası L. Doktorova

    John Maxwell Kutzeye (d. 1940), 2003 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Nobel Ödülü’nü dördüncü kez bir Afrikalı, ikinci kez de bir Güney Afrika temsilcisi kazandı. 1991 yılında bu prestijli edebiyat...
  • Fütürist Ne Demek?

    Fütürist, geleceği tahmin etmeye ve analiz etmeye odaklanan bir uzmandır. Fütürizm, geleceğin nasıl şekilleneceğini anlamaya çalışan bir disiplindir ve fütüristler, trendleri inceleyerek, teknolojik gelişmeleri analiz ederek ve toplumsal değişimleri...