Mumbai’nin Yolları Taştan

Bülent KORKMAZ / Barcelona-İspanya Dünyanın 130 ülkesinden yaklaşık 100 bin insan Hindistan’ın Bombay (Mumbai) kentinde düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya gelip, başka bir seçeneği olmadığı söylenen ekonomik modele...

Bülent KORKMAZ / Barcelona-İspanya

Dünyanın 130 ülkesinden yaklaşık 100 bin insan Hindistan’ın Bombay (Mumbai) kentinde düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya gelip, başka bir seçeneği olmadığı söylenen ekonomik modele konferanslar, basın açıklamaları, gösteriler, danslar, workshoplar ve kültürel programlarla karşı durdular.

Hindistan’ın Bombay (Mumbai) kentinde düzenlenen Dünya Sosyal Forumu

“Bu forum başka seçeneğin olmadığı mitini yıkacak; küreselleşme modelinin evrensel kabul gördüğü mitini de ortadan kaldıracak” (Varada Rajan, sendika lideri) denildi; İranlı Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi ile eski Dünya Bankası Müdürü ve Nobel Ekonomi ödüllü Joseph Stiglitz’den Karides Karşıtı Paryalar Örgütü üyelerine, Engelli Travesti Hakları Hareketi’ne, çocuk kölelere, Avustralya yerlilerine (Aborjinler) kadar herkes oradaydı.

Tavırlarını sadece toplantı ve gösterilerle ortaya koymadılar. Hamburger yerine Bombay’ın patatesten yapılan vado pao’sunu yediler, kola yerine ezilmiş şekerkamışı suyu içtiler, Microsoft Windows kullanmayıp ücretsiz Linux’u tercih ettiler. Susadıklarında ise, yerel ürün Supreme Aqua’yı.

Seattle, Porto Alegre derken şimdi de Bombay neyin nesi? Forumu yerinde izleyen Milliyet yazarı Ece Temelkuran’ın benzetmesiyle, Araf kapısında bekleyenleri andıran bu insan topluluğu neye, kime kızıyor, neyin değişmesini, doğru dürüst işlemesini, hatta ortadan kalkmasını istiyor?

Tek kelimeyle, küreselleşmenin…

Collins sözlüğü küreselleşmeyi “ekseriyetle düzenlemelerin ortadan kaldırılması (deregulation, bir ülkede yabancı sermayenin önündeki tüm yasal engellerin kaldırılmasını ifade ediyor) ve gelişmiş iletişim araçları yoluyla, mali ve yatırım pazarlarının uluslar arası düzeyde işlemesini sağlayan süreç” diye tanımlıyor. Kuşkusuz küreselleşme herhangi bir sözlüğün tek maddesine bakılarak anlaşılabilecek ve anlatılabilecek bir olgu değil. Bu alanda tartışmalar, akademik çalışmalar her dakika sürüyor, her dakika artıyor. Guardian gazetesi yazarı Lewis Williamson’un 31 Ekim 2002 tarihli makalesi (Globalisation: good or bad?) konuyu özetleyen değerli bir çalışma. Williamson, küreselleşmenin işlemediğini, çünkü yeteri kadar küresel olunmadığını belirtip, “Eğer, zengin sanayileşmiş ülkeler dahil, ülkeler korumacı önlemleri ortadan kaldırırlarsa herkes uluslararası ticaretteki artıştan yararlanabilir” diyor. Ama öyle olmuyor, fakir ülkeler tüm kapılarını zenginlere açıyorlar, zenginler ise tüm kapılarını fakirlere kapatıyorlar ve yeryüzünde yoksulluk, gelir-gider dengesizliği inanılmaz ölçüde artıyor.

O meşhur, Adam Smith icadı, ‘görünmeyen el’ fakiri bir tacizci/tecavüzcü kabalığı ve hoyratlığıyla; zengini ise yavrusunu alabildiğine şımartan bir anne şefkati ve sevgisiyle ‘okşamaya’ devam ediyor.

Laf yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan, ulusal onurlarından, toprak bütünlüklerinden taviz vermeyen, beş santim toprak için silaha sarılmaktan, savaşmaktan kaçınmayan birçok ülke, ekonomilerini ve ona bağlı olarak gerçek ulusal özgürlüklerini ortadan kaldıran, tüm toplumsal düzenlerini alt üst eden IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün ellerine tutuşturduğu programlar karşısında “emrin olur abi! Çay da içer misin?” demekte sakınca görmüyor.

Küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan tuhaf denebilecek bir durum var: Mevcut ekonomik modelin bir sonucu olarak yeryüzünün herhangi bir gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkesine yatırım yapan çokuluslu bir şirket oradaki insanlara iş imkanı sağlıyor, daha ötesi yerel işverenden daha iyi ücret veriyor. Bu durumu, küreselleşmenin olumlu yanı diye değerlendirenler var; ama dudağa bir parça bal çalıp başka yollarla, başka şekillerde götürdüklerine saymak daha doğru.

Tanımlamaları, akademik tartışmaları, sözlük ve sözcük anlamlarını, Mumbai mi Bombay mı her neyse bir tarafa bırakıp asıl soruna (en azından benim ‘sorun’ olduğunu düşündüğüm şeye) gelelim.

Katılın katılmayın, kapitalizm insanın mağaradan çıkıp bir süre sonra tarıma başladığından bu yana uygulanan tüm ekonomik sistemler içerisinde insanın ruhunu en iyi okuyan ve bundan en iyi şekilde yararlanan sistem oldu. Aklını kullandığı için kendisini cümle mahlukattan üstün sanan insan denilen, yeryüzünün, gökyüzünün ve denizlerin en dangalak hayvanına kendi soyunu ortadan kaldıracak ekonomik/toplumsal/hukuki/kültürel, topuna birden ideoloji diyelim isterseniz, yaşam biçimini çok iyi bir şeymiş gibi “kabul ettirdi”. Önceleri bu işi topla, tüfekle, majestelerinin gemileriyle yapıyordu; sonra buna pek gerek duymadı, çünkü herkes o yolun yolcusu olmuştu. Sistem, herkesin bir gün zengin olabileceğine ve zenginliğin sonucu olarak tüketmenin her şey demek olduğuna insanların tamamına yakınını inandırdı.

Bilimsel tahlillere, kitaplara, derin araştırmalara gerek yok; çevrenize göz atın. Babalarımız ve dedelerimizin yaşadığı dönemle karşılaştırırsanız, hepimiz ağalar-beyler gibi yaşıyoruz. Tek ceket-tek pantolonla okula gidilirken bugün gardırobumuzda ucuz-pahalı sayısız elbise var. Anadolu’da çoğu aile 60-70 yıl önce kahvaltı nedir bilmez, akşamdan kalan pilavı ayranla kaşıklarken, çocukları 5-6 kalem gıdayla kahvaltı yapıyor. Radyo mahalle kahvesinden başka yerde bulunmazken, oturma odası-yatak odası derken helaya da televizyon konulması an meselesi. Evin altı dolap olarak kullanılan divandan başka mobilyası yokken oturma gruplarının rengi beğenilmiyor. Hanımlarımız daha güzel olma çılgınlığıyla ozonu delik deşik ettiler.

Ama yine de mutlu değiliz, yine de kendimizi güvende hissetmiyoruz, yarın ne olacak bilmiyoruz, zengini-fakiri hiçbirimiz geleceğimizden emin değiliz, ortada sevgi, dayanışma, yardımlaşma diye bir şey kalmamış veya eskiye oranla çok azalmış.

Geçmişin fakirliği ne güzeldi, herkes mutluydu demiyoruz. “Bir lokma, bir hırka” veya “her gün soğan ekmek ye, Allah şükür de” de demiyoruz. Türkiye sıradan-bizim iyi bildiğimiz bir örnek. İnanın, günde yarım dolardan az parayla yaşamak zorunda kalan yüz milyonlarca –yıllar öncesinin Türkiye’si gibi- insan bu sistemle hayata farklı bakmıyor, bakamaz. Yarın o da durumunu düzeltse “daha zenginleşeyim, daha zenginleşeyim, daha, daha…” diyecek. Çünkü düşünce yapısı bölüşmekten, dünyayı hepimizin ortak evi gibi görmekten, dayanışmaktan geçmiyor. Tam tersi, başkalarını sömürmekten, başkalarının önündeki kırıntılara tenezzül edecek kadar alçalmaktan, çatlayana, patlayana kadar yemek ve tüketmekten geçiyor.

Doğa Ana, üzerinde yaşayan tüm canlılara hep çok cömert oldu. Ama insanın açgözlülüğü, doymak bilmezliği bolluk cenneti dünyayı kıtlık cehennemine çevirdi. BM’nin bir raporundan anımsadığıma göre (rakamlarda yanılabilirim, ama ne önemi var ki, fark yeteri kadar vahim), dünyada yılda yaratılan ekonomik değer 30 trilyon dolar. Bunun 7,8 milyar doları yiyecek ve sağlık gibi alanlara harcanırken, silaha 700, uyuşturucuya 400, sadece Avrupa kıtasında alkollü içkilere 100 bilmem kaç milyar dolar harcanıyor.

Niye silah?

Çünkü herkes başkasının ekmeğini nasıl çarparımın derdinde.

Niye alkol, niye uyuşturucu?

Kendi ellerimizle yarattığımız mutsuzluğu unutmak için.

***

Çizdiğimiz karamsar tabloya bakıp kahretmeyin, hayatınızı yaşayın, hiçbir şeyi kafaya takmayın.

Çünkü küresel ısınmanın yeryüzünde bildiğimiz yaşamı sona erdirmesine yüz yıl kadar kaldığını bilim adamları söylüyor.

“Adam sen de, ileride yine ve yeniden maymundan başlarız” diye umutlanmayın.

Hangi maymun böyle bir günahı, üstelik ikinci kez, üstlenir?

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
Kategoriler
Köşe Yazıları
Henüz Yorum Yok

Cevap bırakın

*

*

Benzer Konular